top of page

Yağmurun sesi

Dışarıda yağan yağmurun şantiye binasının sac çatısına vuran sesine dalmış haldeyken ismimin çağrıldığını duyar gibi olmuştum. “Selam Muhammet” diyordu. Dudağımdan istemsiz şekilde çıkan bir sesle “Selam” diyerek karşılık verdim, “Selam… Nasılsın görüşmeyeli.” Sanki dudağımdan titreşen seslerin oluşturduğu cümle “Hayırdır?” gibi bir tınıya sahipti. Gaipten gelen ses “İyiyim, Sen nasılsın diye sorayım dedim” dedi. Cılız bir sesti, yorgun bir ses. “Sağol” dedim, “Sağol ben de iyim.” Gaipten gelen ses “İş ya da yer değişikliği yaptın mı? Hala aynı yerde misin?” diye soruyordu. “Hayır, hala aynı işte ve şehirdeyim” dedim. Tuhaf o kadar alışmış ki insanlar, sürekli iş ve yer değiştirmem o kadar kanıksanmış ki. Sahi bu yeni işim çok uzun sürdü gerçekten. Yazgım bu belki de ben de kanıksamadım değil sürekli yeni iş, yeni yerler. Memlekette çalışmadığım, görmediğim yer kalmayacak bu gidişle. “Yoksa koşulları daha mı iyi dedi” gaipten gelen ses. “Koşullar mı?” doğrusu koşullar pekte iç açıcı değildi, ama başka bir seçenek de yoktu şimdilik. “Koşulları pek dikkate almazsam şimdilik buradayım” diye kaçamak cevap verdim. Halbuki o kadar çok idealim var ki. Gerçekleştiremediğim çoğunlukla maddi imkansızlıklardan. Ama dur bir hele feleğin çarkını kıracağım elbette. “Ev’e çocuklara, eşime daha yakın bir yerlere geçme ümidiyle bu koşullarda çalışmaya devam ediyorum. Bir saat daha yakın bir yer. Ya da hafta sonları kaçıp çocuklarla vakit geçireceğim bir yerde istihdam. Belki öyle olacak. Belki de ‘harç bitti, yapı paydos’. İşsizlik günleri tabiî ki. Ama işsizlik günlerinde daha çok vakit geçiriyorum, vakit geçirme fırsatı yakalıyorum, çocuklarla, eşimle. Sonra yeni bir iş yeni bir macera.” İstemsiz şekilde gülümsedim. “Boşverrr.” Yağmurun hızı artmıştı. Daha şiddetli vuruyordu sac çatıya. “Sen neler yapıyorsun” diye sordum. “İyiyim… öyle… işte…” diye cevap verdi. Bu üç söz dudaklarından ağır ağır ve duraksayarak çıkmıştı. “Yeni öykülerin var galiba” diye sordum. “Evet” dedi. Bu sürede hiç işitmediğim bir canlı ses tonu ile çıkmıştı dudaklarından. “Güzel. Sevindim senin adına” dedim. Onun heyecanlı sesine sevinen bir tonda çıkmıştı ağzımdan sözcükler. “Yazdığımı sanıyorum… Belki eğlence” dedi. Yine o dalgın ve duraksayan ses tonuyla söylemişti. Kızgın bir ifadeyle çıkan tonda “Yazdığını sanmak mı? Kendine haksızlık etme” dedim. Küçümseyen bir tavırla “Hı hı. Anlamsız belki de. Onun için dedim” dedi. Küçük çocukların mızmızlığı vardı. “Anlamsız mı? Anlamı var tabiî ki” dedim. Sanki öğüt veren bir öğretmen gibi. “Bilmem” dedi. Sanki bu öğüt veren tavrım etkili olmuştu. “Sen ve bilmemek, tuhaf” dedim. Aynı öğüt veren öğretmen tavrından ne bileyim hoşlanmıştım galiba. “Öyle mi düşünüyorsun gerçekten, güldürdün beni” dedi birden. Tüm o kendine güvenen öğretmen havamı söndürmüştü bu cümlesiyle. “Elbette” dedim bozuntuya vermeden. Bu öz güvenimin farkında değildi elbette. “İyiyim dediğime bakma, bu aralar iyi değilim” dedi. O küçük çocuk yine karşımdaydı. “Belli oluyor, kafan karışık, tatile az kaldı, dinlenirsin geçer” dedim. Birden fark ettim sesimde aşırı şefkatli bir tını vardı. “Yorgunun diyecektim tamda” dedi. Lafı ağzımdan aldım demenin kibar hali ile söylenmiş bir cümleydi. “Neden? Hafta sonları kaçabilirsin bir yerlere. Kendin ile. Kendi kendine. Yaşadığın şehir ve çevresi bunun için ideal. Dağ, orman, deniz, göl, bol manzara var. Çöl değil orta anadolu gibi, buralar gibi.” Ben onun kafasını dağıtmaya çalışıyordum bu söylediklerimle. Güldü birden. “Nereye gitsen ‘okka üç yüz dirhem’ derler” dedi. “Belki de farkında olmayla ilgili tabi” dedi. Ben hala onu içindeki yürek sızısından uzaklaştırmaya çalışıyordum boşuna çabaydı ama olsun. “Orası öyle” dedim son cümlesini onaylayarak ve “Emekli olunca bol zamanın olur belki de, bahçen var orada zaman geçirebilirsin” dedim. Bu cümlem ile hala onu yürek sızısından uzaklaştırma çabam vardı. “Orada, bahçemde iyi hissediyorum, evet” dedi. “Toprak negatif enerjiyi alır, ne güzel işte, iyi hissetmek” diye onu olumladım. “Çoğaldıkça azalıyorum dedi” yeniden o yürek sızısını daha da dışa vurarak. “O zaman azalmayı dene sende. Azalırsan çoğalırsın tersinden. Bu ise kolay değil elbette. ‘Delilik.’ Ya da öyle dememeliydim, şöyle demeliydim ‘bilinçli bir çılgınlık.’ Şöyle düşünüyorsun ‘beni kimse anlamıyor, halbuki çok basit, neden anlamıyorlar ki beni. Daha ne yapmalıyım onlar için, onlara kendimi anlatmak için’ avazın çıktığı kadar bir ‘ÇIĞLIK’ atarsın. Hakkında ‘deli mi ne!’ Derler. Bu kadarlık işte. Haklısın, ben de anlamıyorum seni değil mi?” dedim. “Bilmem belki de. Benim ile ilgili yargıların hep vardır, bunu biliyorum” dedi. Kışkırtmak istiyordu. “Senin hakkında yargılarım yok gerçekten” dedim kavgadan kaçmak için. “Öyle diyorsan öyle olsun” dedi. Ama hala kararlıydı kavga için. “Kendi hakkımda bile derli toplu yargılarım yokken, senin veya bir başkasının hakkında yargılarım neden olsun?” dedim. Harbiden buna inandıracak kadar saf mıydı? Ya ben o kadar saf mıydım buna inanacak kadar. “Tersinden düşünüyorsun öyleyse” dedi. “Anlamadım” dedim. Yağmurun sesi dindi, yağmur kesildi. Oturduğum sandalyeden kalktım, şantiyenin kapısından dışarı adım attım. Ortalığı nefis bir toprak kokusu sarmıştı, birden güneş gözüktü gökyüzünde, gök kuşağı görüldü. Gökkuşağının altından geçebilsem her şey tersine döner miydi?  

Bu sitede yayımlanan öykü ve yazıların bütün hakları saklıdır, izinsiz kullanılamaz.  Muhammet Demir ©2016 

  • Facebook
  • Twitter
  • YouTube
  • Pinterest
  • Tumblr Social Icon
  • Instagram
bottom of page