

Bu Metnin ilk kısmı aşağıdaki linkte yayınlanmaktadır.
http://emeginsanati2.blogcu.com/muhammet-demir-aslolan-nedir-i-bolum_43746201.html
Kafdağı’nın ardından bir dosta…
Kendi kendim ile baÅŸ baÅŸa kalmayalı ne kadar zaman olmuÅŸ. Bugün karar verdim. Başımı alıp gidecek, bir süreliÄŸine de olsun bu atmosferden uzaklaÅŸacağım. Sırt çantamı hazırladım. Sabaha yola çıkmak gerekir diyorum. Yok, yok hemen ÅŸimdi yola çıkmalıyım. Çantamı omuzladığım gibi sokaÄŸa çıktım. Kendimin de bilmediÄŸi bir yöne, ayaklarım nereye çekerse oraya doÄŸru yürümeye baÅŸladım.
​
Otuz beÅŸ yaÅŸlarında, orta boylu, sıska sayılabilecek bir yapıda kumral saçlı, ela gözlü, iyi kötü eÄŸitimliyim. Okumayı, daha çok politik yayınları okumayı ve sadece okumakla kalmayıp dünyayı deÄŸiÅŸtirmeyi de bir yaÅŸam biçimi olarak kavrayan bir adamım. Ya da yerine “insan”ım mı demeliyim. Hani var ya son zamanlarda “bilim adamı” ve veya “bilim kadını” yerine “bilim insanı” deniyor; her alanda kadın ve erkek eÅŸitsizliÄŸini kaldırmak mahiyetinde. ÖrneÄŸin güncel bir tartışmada “yazar” ve “kadın yazar” ayrımına takmışlar. Yani “yazar” olmak “erkeÄŸe mahsus” ama tabiî ki kadından da yazar olur, olursa o da o “kadın yazar” olur gibi bir mantıkla konuÅŸuyorlar / yazıyorlar. Neyse buna sen karar ver okuyucu olarak…
​
Dışarıda hava soÄŸuk. Ama ben buna raÄŸmen üÅŸümüyorum. Ben uzun süredir “dinlenmemek üzere yürümeye” karar verenlerdenim. Bunu bir büstte okumuÅŸtum. M. Kemal’in bir sözüymüÅŸ. Ortaokul ve liseyi okuduÄŸum okuldaki büstün mermer kaidesinde yazıyordu. O zamanlar pek anlamamıştım; kimse de anlatamamıştı zaten. Öyle iÅŸte. Ama ben hayatım boyunca hiç de dört tarafı mamur, dokunulmaz, ulaşılmaz bir tanrı gibi olmadım. Senin ve onun gibi bir insanım. Zaaflarıyla bir “insan”. Benim en çok sevdiÄŸim söz “Ä°nsani olan hiçbir ÅŸey bana yabancı deÄŸildir” tümcesiydi. Bunu da Karl Marks söylemiÅŸ. Ä°nsani olan mı? insana ait olan mı? Åžimdi ona dönüp bakmak istemiyorum. Bu kadar da nazım olsun deÄŸil mi?
​
Bu arada biran duraksadım; Sakın ha duraksamamı yorulmak olarak anlamayın. Ama tabiî ki insan yorulabilir. Bu da insani bir durum ya da insana ait. Tuhaf ama bu duraksama anında kendi kendimle ÅŸöyle bir içsel söyleÅŸi gerçekleÅŸtirdim. PaylaÅŸayım:
Geriye bakıp gördüÄŸüm gerçek anlamda, yalnızca bir defa âşık olduÄŸumdur. Bugün daha saÄŸlıklı ve sakin bir kafayla deÄŸerlendirdiÄŸimde ben; aslında o günlerde aÅŸkı da pek bilemediÄŸim, duyduÄŸum duygu ve hisleri doÄŸru tahmin ve tahlil edemediÄŸim gerçeÄŸidir.
Evet, o günleri hayal meyal hatırlıyorum. Arayışlarımı, çabalayışlarımı, kendim gibi insanlarla buluÅŸmak için baÅŸvurduÄŸum ve çoÄŸu boÅŸa çıkan çabalarımı, ailem ve çevrem tarafından dışlanmayı, ve bir gün bir telefon ile tüm bu arama serüvenimin son bulmasını.
Nihayet bir ışık görülüyordu. Telefonla kurulan randevu ve sonrasındaki buluÅŸma o kadar samimi bir havada ve olumlu geçmiÅŸti ki, insanın yıllar sonra bugün bile inanası gelmiyor. Artık eylemin ve devrimin büyük okyanusuna akan bir ırmaÄŸa bir damla, bir su damlası olarak katılıyor, bende var oluyor, varmak için hayatımı adeta insanlığın büyük davasına adıyordum.
O günleri her anımsayışımda yüzümde sevinçli bir tebessüm oluÅŸur, gözlerimde sevinçli bir ışık yandığını hissederim. Basit bir ÅŸekilde dünyevi bir âşık olmayla baÅŸlayan ama sonuçta diyalektik bir sıçrama ile taçlanmış, tüm insanlığın kurtuluÅŸu davasına olan tükenmez bir aÅŸka ulaÅŸan o günlerin bu tatlı rastlantısı ne de hoÅŸ, ne de mucizevî idi.
KuÅŸkusuz bu o kadar da otomatik bir süreç deÄŸildi. Oldukça uzun bir zaman alan bilinçlenme, insanlaÅŸma sürecinin bir sonucuydu. Ä°nsanın kendi kendisini kendi elleriyle yaratmasının bir sonucu da deÄŸim miydi? Bu süreç hala tamamlanmamış da deÄŸil. Sırf bu yani insanın kendisini kendi elleriyle yaratması eylemi yetmiyor. Sorun bu noktadan topluma yayılmak, tıpatıp benzerlerimizden çok farklılıklarımızı ana eksende olmak kaydıyla önem atfederek, yeni toplumsal bireyleri, yeni insanları yaratmak ve hemen ÅŸimdi yaratmak mücadelesiydi. Ve asıl olan bu hayatı yaratmaktı. BaÅŸka bir çıkar yol yoktu. Bu yeni insanların ve bu çıkar uÄŸruna iÅŸkencelere, ölümlere deÄŸer tek bir hayattı. Asıl olan bu hayatı yaratmak ve yaÅŸatmaktı…
Bu düÅŸüncelerle yoluma devam ettim. Benim için bu yol dar ve geniÅŸ anlamıyla devrimin yoluydu. Bu devrim yolunda, insan hem kendisinin gerici duvarlarını, hem de toplumun gericilik duvarlarını yıkacak, yeni bir insanı, yeni bir toplumu evvela bu yeni insanlarla kuracaktım. Benim biricik arzum insan ve insanlık için bu olmalı idi…
Evet, bu yol devrimin yoluydu. Ama benden önce olduÄŸu gibi benimle aynı anda kâh birlikte kâh ayrı ayrı da olsa bu yol yürünüyor ve gelecekte de yürünecek. Daha önce yürünmüÅŸtü birçoklarınca. Bu yol yürünürken bir travma ile karşılaşılmış, elbette etkisi bu güne de taşınmıştı.
​
12 Eylül’den bahsediyorum. 12 Eylül öncesi ve sonrasında olanları sana uzun uzadıya ÅŸu kadar kiÅŸi idam edildi. Bunların ÅŸu kadarının sol, ÅŸu kadarının ise saÄŸ örgüt militanları olduÄŸunu. Ä°dam edilenlerden birisinin henüz reÅŸit olmadığını. Mahkeme kararıyla yaşının büyütülerek idam edildiÄŸini. Åžu kadar kiÅŸiye iÅŸkence yapıldığını. Åžu kadar kiÅŸinin fiÅŸlendiÄŸini. Åžu kadar kiÅŸinin iÅŸinden, evinden ve aşından edildiÄŸini. Åžu kadar kiÅŸinin sokakta, evde, herhangi bir yerde yargılı ve veya yargısız (!) olarak infaz edildiÄŸini. Åžu kadar kiÅŸinin bedenen ve ruhen sakat bırakıldığını. Açılan davaların ÅŸu kadar yıl sürüp, ÅŸu kadar kiÅŸiye ÅŸu kadar yıla kadar mahkûmiyet verildiÄŸini. Åžu kadar mahkûmiyetin ÅŸu kadarının idam hükmü ile sonuçlandığını anlatmayacağım. Biliyorum ki sen bunları konu ile ilgili ciddi bir okur olarak ya zaten biliyorsun ya da kısa bir araÅŸtırma sonucu bulabileceÄŸin yazılı, görsel ve Inter-medya ya sahipsin. Ama izin verirsen sana kendi gözümden gördüÄŸüm 12 Eylül’ü öncesiyle ve sonrasıyla anlatacağım. OlabildiÄŸimce bağımsız ve olabildiÄŸimce samimi olarak.
​
1980 yılının 12 Eylül günü doÄŸan bir çocuk bugün 28. yaÅŸ gününü kutluyor olacak. Aynı zamanda 12 Eylül’de doÄŸan darbenin de 28. yılı olacak bu yıl. 28 yıl önce bir darbe yapan generaller ve taifesinin bir tarafta, bu darbeden doÄŸrudan ve dolaylı olarak etkilenen saÄŸ’dan ve sol’dan on binlerce militan ile milyonlarca göreceli olarak bağımsız insanın ise diÄŸer tarafta olduÄŸu. Birinin maÄŸdur ettiÄŸi, diÄŸerlerinin ise maÄŸdur oldukları bu aynı zaman diliminin iki grubunun da bu 12 Eylül gününde dahası her 12 Eylül gününde travma yaÅŸayanlarla travma yaÅŸatanların deÄŸiÅŸik biçimde algıladıkları, anımsadıkları, sordukları, sorguladıkları ve kendilerince çözüm ürettikleri bir günah çıkartma, günah savuÅŸturma günüdür de.
​
Ben o yıl 10 yaşımın içindeydim, ortanca kardeÅŸim 5, ailemize katılan küçük kardeÅŸim ise henüz 3 aylıktı. Malumun çocukluk hengâmesi içerisinde o yıllardan anımsayabildiÄŸimiz en geç hatıralar o kadar az ve cılız olur ki. Bende de öyle keza. Kuyrukların olduÄŸunu biliyorum. Bunu medyadan zihnime kazınan bir ÅŸey olarak deÄŸil ara sıra annemle birlikte içine karıştığımız tüp gaz, sana yağı ve sık sık kesilen sulardan dolayı çeÅŸmelerdeki su kuyruklarının uzun, can sıkıcı, sıcaktan bunaltıcılığını birebir yaÅŸadığım için. Bir de sık sık elektrikler kesilirdi. O zamanlar biz cereyan derdik elektriÄŸe. Cereyan kesilince bir koÅŸu bakkala gider en az 2 mum alırdım. O 2 mumun ışığında yemeÄŸimizi yer, annemden masallar dinlerdik. Masalı anlatılanlar yani onlar muradına erince cereyanlar ne hikmetse bir gelir ve biz ortanca kardeÅŸimle mumu söndürdüÄŸümüzde tekrar giderdi. O zamanlar henüz genç ama erkenden olgunlaÅŸan bir insan gibi kavruk o gecekondu mahallesinde. Tozdan, çamurdan geçilmeyen çocukluÄŸumuzun, ilk gençliÄŸimizin geçtiÄŸi mahallemizin, o 2 gözlü evimizin bir gün TOKÄ° ve yerden bitme müteahhitlerce yaÄŸmalanacağını, yolların asfaltlanacağını, her gecekondunun ev ve arsasının üzerinde yaÅŸayanlara tapulanacağını, gecekondu sahiplerinin zenginleÅŸeceÄŸini bilemezdik. Her ÅŸey o kadar hızlı geliÅŸti ki. Hâlbuki bu tozlu çamurlu yollarda arkadaÅŸlarla çivi ile az mı “pes” oyunu oynamadık. Ya da kırık kiremit ve testi yahut mermer parçalarından ebenin diktiÄŸi kulenin patlak bir top parçasıyla yıkılması ve ebenin yakalamasına fırsat vermeden o kulenin yeniden dikilmesi ile oluÅŸan dombik oyunu. Yahut herkesin bildiÄŸi saklambaç oyunu. Yahut da çelik çomak oyunu. Kız çocuklarının sevdiÄŸi ip atlamaca, Sek sek, beÅŸ taÅŸ oyunları. Biz erkeklerin sevdiÄŸi o uzun eÅŸek oyunu. Japon kalesi, beysbol benzeri tuhaf bir top oyunu. Yada iki direk arasına gererek oynadığımız kızlı erkekli voleybol. Ya da bir gecekondu saçağına çaktığımız eski bir otomobil tekerleÄŸinden kestiÄŸimiz bir çemberle yaptığımız basketbol potası ile oynadığımız basket atma oyunu. YaÄŸmur sonrası oluÅŸan çamurdan küçük çamur topları yapıp çubukların ucuna takarak en uzaÄŸa fırlatma yarışı ve savaşı oynamadık. Az mı kömür çektik, linyit kömür ve torbasız olarak. Kovalarla ve ellerimizle. Az mı odun kırdık. Az mı misket ve gazoz kapağı ile ilik oynamadık. Az mı tornete bindik. Tükürükle tıkanan tornet tekerini harekete geçirmeye çalıştık. Ama sık sık silah seslerini de iÅŸittik, silahla birbirini kovalayan bizden yaÅŸça büyük aÄŸabeylerin ve ablaların yanımızdan geçiÅŸini izledik. Duvarlara, yollara yazılama yapmalarını ilgili gözlerle pür dikkat izledik aynı aymazlıkla. “FaÅŸizme ölüm halka hürriyet” ya da “Kahrolsun Komünizm” Belki aÄŸabey ve ablalarımızın çabalarını, kavgalarını, bildiri dağıtmalarını, onların açık açık kitap ve gazete okumalarını anlamıyorduk. Çünkü duvarlara yazılan yazılardan ve söyleyen sözcüklerden anlamlar çıkartmaya henüz yaşımız elvermiyordu. Ama yaşımızın elvermemesi hissetmememize engel deÄŸildi ki.
​
Evet, silah sesleri duyardık, nadir olarak gündüzleri ama sıklıkla her gece saatlerce. Sıklıkla belediye otobüsünün veya kahvehanenin tarandığını duyardık. Bir kez de evimizin 10 veya 20 metre uzağında bir gencin, solcu olarak bilinen bir gencin cesedinin evinin önüne atıldığını, kurÅŸun deliklerinin talaÅŸla doldurulduÄŸunu duyduk. Mahallemiz her ÅŸeye karşın sakindi. Çok sonradan geceleri duyduÄŸumuz silah seslerinin bir çeÅŸit burası benim kontrolümde buraya yaklaÅŸma mesajı içerdiÄŸini öÄŸrendik. Çocuklukta siyasal söylemlerin, siyasal ideolojik konumlanış ve kutuplaÅŸmaların önemi yoktu. En azından benim yaÅŸadığım çocuklukta bu böyleydi. Benim babam o günlerde çalışmak ve ekmeÄŸimizi aşımızı eksik etmemek için uzaklarda bir ülkede çalışıyordu ama mahalledeki arkadaÅŸlarımın babalarının nelere inandığı, neleri savunduÄŸu, kamplaÅŸmada nerede durduÄŸunu çok sonraları suların durulduÄŸu günlerde kıyısından köÅŸesinden ancak öÄŸrenebildim. DoÄŸrusu o günlerde aşırı ÅŸekilde politize olmuÅŸların dışında kalan herkesin tek kavgası da inancı da bir gün daha fazla yaÅŸayabilmek, akÅŸama saÄŸ salim evine, ailesine ve yuvasına kavuÅŸabilmek yani kısacası ekmeÄŸini kazanabilmekti. Kimse kimseye güvenmiyordu. Ama herkes herkese sonsuz güven havası içerisindeydi. Oyunun kuralı beklide buydu. Kandırmaca da olsa bu böyleydi.
​
Evet, mahallemiz bir gecekondu mahallesiydi. Ve o yıllarda gecekondu yıkımları durmuÅŸtu. Sokakta icra edilen siyasal, politik mücadelenin bir sonucuydu elbette bu. Yerel iktidarların hızla iktidarsızlaÅŸtırıldığı bir dönemde olduÄŸumuz için bu böyleydi elbette. Ama daha ben doÄŸmadan yani 10 – 12 yıl önce gecekondu yapmak o kadar zormuÅŸ ki. Bu gecekondumuz o yıllarda en az 3 defa yıkılmış belediye ekipleri tarafından. Devrimcilerle genel ve yerel iktidar arasındaki ikili iktidar/iktidarsızlık bu tip rahat bir ortam yaratmış, kırdan göç eden milyonlarca insan rahat rahat başını sokacak bir yuvaya sahip olabilmiÅŸti. Ve ilerde ise zenginleÅŸeceklerdi. Ama ben hala çok severim bu 2 gözlü gecekondumuzu ve gecekondumuzun kadınlarının odun ateÅŸinin közü arasına gömdükleri pileki denilen iki tepsi gibi yayvan ama toprak kabın arasında piÅŸirdikleri Trabzon ekmeÄŸine benzer pileki ekmeÄŸini, erkeklerin çay eÅŸliÄŸinde yaptıkları piÅŸti, papaz kaçtı ve okey partilerini. Ve bir de 83’lerde renkli TV’nin hanemize girdiÄŸi ilk renkli eÄŸlence programı olan “BoÄŸaziçinden” adlı eÄŸlence programını tüm mahallece izlediÄŸimiz günü. Tabiî ki cumartesileri ve pazarları özellikle 4 büyükler arasında yapılan maçların özellikle takip edildiÄŸi futbol müsabakalarını. Spor Loto tahminlerinde hep tuttuÄŸumuz takımın galibiyetini bekleyerek loto’nun yatmasını. Nedense çok sonraları futbol ile futbol izlemekle alakamı kestim. Bir de tonton bir amca vardı baÅŸbakan diyorlardı TV’de gözümüze gözümüze soktuÄŸu kalemini. Çok sonraları onun da dünyadaki genel tablo içinde ülkeyi liberal kapitalizme açtığını öÄŸrenecektik. Ama o dönemde o ve tüm halk serbest piyasa “ekonomisi” “hemÅŸerim” diyordu o daha kibar halk ise daha kabacasını. Ben de bu piyasa ekonomisine uymuÅŸ bisikletimi kiralıyordum bisikleti olmayan çocuklara. Kader kısmet 5 lira diye uyduruk bir lotarya düzenlemiÅŸ ve pazarda ucuza aldığımız naylon poÅŸet satmaya bile kalkışmıştım… Gülersin tabi…
​
Åžöyle bir parantez açmak istiyorum izninle. Çünkü… Açıklayayım izninle.
​
ÇoÄŸumuz, çoÄŸunluÄŸumuz hatırlayacaktır. Birçok yerel çocuk oyunları ve oyuncakları vardı. Günümüzde ÅŸöyle bir kent sokaklarına daldığımızda çocukların sokaklarda olmadığına kanaat getirebiliriz. Hâlbuki eskiden sokaklar çocuklara aitti ve ÅŸimdi de sokakların çocuklara ait olması gerekirdi. Sokaklarda çocuklar oynardı. Sadece sokaklar deÄŸil ilginç biçimde çocuk parklarında da çocuklar yok. Tabiî ki sokaklarda ve parklarda çocuk var. Ama çocuklar yok. ÇocukluÄŸumuzun çok önemli bir kısmı sokaklarda geçmiÅŸtir. ÇoÄŸunlukla oyunlar oynardık. Åžimdilerde çocuklar yok deÄŸil tabiî ki var ama onlar kendi bireysellikleri içinde sanal ortamlarda yine oynayıp eÄŸleniyorlar ancak bu tamamiyle anti-sosyal bir ortamda geliÅŸiyor. Bu ortamlarda insani olan en önemli ÅŸey yani duygu geliÅŸemiyor. Ya da kalıplarla bir takım duygular geliÅŸiyor. Bunun adına duygu denilebilirse. Bakın ÅŸimdi iki nokta üst üste koyun ve yanına da parantez kapatma iÅŸaretini koyun alın size gülümseme. Ya da yine iki nokta koyun ve yanına parantez açma iÅŸareti alın size üzüntü. Bunu çeÅŸitli noktalama iÅŸaretleriyle tekrarladığınızda sevinç, üzüntü, aÄŸlama, kahkaha vesaire birçok duyguyu yansıtabilirsiniz karşınızdakine. Ben bir psikolog deÄŸilim ya da pedagog. Size uzun uzadıya psikolojik tahlillerde sunmaya niyetim yok. Bir yerde okumuÅŸtum orada insan için psikolojik canlı deniyordu. Haydi, haydi biraz daha kabalaşıp psikolojik hayvan deniyordu. Dünyanın çeÅŸitli coÄŸrafyalarındaki olaylara a-psikoloji filtresinden bakıldığında insan soysuzlaÅŸabiliyor. Ä°nsani tavırlar sergilemekte duyarsızlaşılıyor. Kaybeden yine insan, insanlık oluyor. Hâlbuki doÄŸrudan ve dolaylı olarak sürekli enforme edildiÄŸimizi sanıyoruz. Asıl sakatlıkta burada zaten. Duyumsatıldıklarımız gerçeÄŸin hiçbir yönünü ifade etmiyor çoÄŸu zaman. Ama propagandası yapılan söylem gerçeÄŸin tıpatıp anlatılıyor olduÄŸunu öylesine bir Show eÅŸliÄŸinde aktarılıyor ki inanılmaz boyutlarda. Ä°nsanlık dramı ve komedisini ekranlarda oynuyor. Her an ve durmaksızın. Kamerayı gören herkes hemencecik rolüne soyunuyor. Ya o kameranın olmadığı yerlerde. Dram hâlbuki her yerde oynanıyor ve yaÅŸanıyor. Tabiî ki dramla karışık komedi de. Melodram diyorlardı deÄŸil mi buna. Honoré de Balzac tüm üretmiÅŸ olduÄŸu eserlere insanlık komedyası adını veriyor ve o insanı anlatmaya çalışıyor. Bizi. Modern çaÄŸlarda yaÅŸadığımız ise ironik anlamda bir komedidir. Bu komedinin yazar ve oyuncuları bizleriz. Maskemizi takmadığımız her an rahatsız oluyoruz hem kendimizden hem baÅŸkalarından. Bundan dolayı sürekli maskelerimizi takmamız salık veriliyor. En önemli çocukluk kahramanım kralın çıplak olduÄŸunu haykıran o çocuktu. Evet, bir çocuk. Çünkü sadece o apaçık olarak gerçeÄŸi bize gösterir. Haydi, öyleyse yeniden çocuk olalım. Ama o eski zamanların hayta ama sosyal çocukları olalım. Yine sokakları ÅŸen ÅŸakrak sesimizle dolduralım. Oyunlar oynayalım. Çünkü demiÅŸtim parantezi açarken. Parantezi kapatıyorum izninle. Åžimdi açıkladım sanırım sana. Çünkü… Çünkü dünyanın buna ihtiyacı var.
Beklide bunun baÅŸlangıcı yine o gündür. O kâbus dolu gün. Evet, yine Çünkü… Çünkü hafızam yanıltmıyorsa. ÇocukluÄŸumda tek oyun oynamadığımız gün o gündü yani 12 Eylül günüydü. SokaÄŸa çıkma yasağının ilan edildiÄŸi. Sokakların tanklarla, askeri araçlar ve askerler tarafından iÅŸgal edildiÄŸi. Tepemizden sürekli olarak ilk o gün gördüÄŸümüz helikopter “biz alikopter sanıyorduk çünkü çevremizdeki büyükler öyle diyordu. Romatizmaya domatizma dedikleri gibi” dolaşıyordu. Evler tek tek basılıp aranıyor. AÄŸabey ve ablalar askeri kamyonlara doldurulup bilinmeyen diyarlara götürülüyor. Silah sesleri önce tek tek sonra yaylım ateÅŸi biçiminde duyuluyor sonra ortalık uzun bir sessizliÄŸe bir sonraki tek tek silah sesine kadar büründüÄŸü o gün ve gecede…
Bugünlerde olsa her evde, her evin penceresinde ve balkonunda Türk bayrakları asılırdı sanırım böylesi bir günde. Ortalıkta bayrak falan görememiÅŸtim. Ancak çok sevdiÄŸimiz Servet öÄŸretmenimizin artık derslerimize giremeyeceÄŸini öÄŸrenince oldukça üzülmüÅŸtüm. Sanırım o da içeri alınmıştı. Ortalıkta bir devrim lafı dolaşıyordu ama Kenan Evren ve taifesinin yaptığı darbe idi ama halka devrim diye lanse ediliyordu. Åžimdi ÅŸimdi anlıyorum. Çünkü toplum öyle ya da böyle bir devrim havasına girmiÅŸti. Toplumsal bir deÄŸiÅŸimi bekliyorlardı tabiî ki ileriye doÄŸru. Demokrasiye doÄŸru ama bu beklenti gerçeÄŸe dönüÅŸmemiÅŸ karşı bir devrim olarak darbe olmuÅŸtu. Tabiî ki yaptıkları darbe (devrim kelimesinin içi boÅŸaltılış haliyle olduÄŸu biçimiyle) bir devrimdi ama beklenen “ilerici devrim” deÄŸil “karşı devrim”di. Dolayısıyla onlara göre yaptıkları darbenin devrim olarak adlandırılması normaldi. Dedim ya bu kakafonik durum kafamı yıllarca karıştırdı. Yıllardır M.Kemal’in yaptığı toplumsal reformlar devrimler olarak lanse edilir bu ülkede. Bir de anlayamadığım bir kavram ayrımı vardı. Bazıları inkılap derdi bazıları ise inkilap. Ä°nkılap lafını kökten Kemalistler, inkilap lafını ise kökten dinciler söylerdi. Geçenlere eÄŸitimci bir arkadaşıma sordum nedir dedim bu noktalı “ı” ve noktasız “ı” da. Birisi kelimenin gerçek anlamıyla murad edileni yani ilerlemeyi diÄŸeri ise kelimenin olumsuz anlamında bir küfrü anlatıyormuÅŸ. Noktalı “ı”yı noktalı “ı” nın ifade ettiÄŸi lakaba sahip olanların ifade etmesi ise ilginç bir bilgilenme oldu benim için. Derler ya öÄŸrenmenin yaşı yok diye. ÖÄŸrendim. Demek ki daha öÄŸrenecek çok bilgi ve çok yaşım var bu dünyada…
​
Hala sıkılmadıysan anlatmaya devam ediyorum. Darbe sonrası doÄŸan erkek çocuklarına Evren, kız çocuklarına Eylül adını takmak moda olmuÅŸtu. Çocuklarına devrimci dalga ile Eylem, Devrim vesaire adını koymuÅŸ olan binlerce insan ise çark etmiÅŸ ve çocuklarının ismini deÄŸiÅŸtirme yoluna gitmiÅŸlerdi. Dayım bile o ilk gözaltına alınıp bırakılmanın ertesinde kızının asını Eylem’den YeÅŸim’e dönüÅŸtürmüÅŸtü. Ki o zamanlar çocuktuk bunları bilemezdik. Zati o yıllardan sonra Ahmetler, Mehmetler, AyÅŸeler, Fatmalar hızla uzaklaÅŸtı sokaklardan. Ä°kinci isim koymak ise moda oldu. Keza benim çocuklarımın da ikinci isimleri var. Bende modaya uymuÅŸum deÄŸil mi. Nede olsa bende bu toplumda yaşıyorum. Herhalde en fazla konulan ikinci isim Can olmuÅŸtur. Darbecilerin yapmak istediÄŸi tabiî ki bu tarz toplumsal hayatı deÄŸiÅŸtirip dönüÅŸtürmeyi murad etmemiÅŸlerdi. Her zaman olduÄŸu gibi toplum kendi özgün düzenlemesini kendi yapmış. Ortalığı kendi kendisi temizlemiÅŸ derleyip düzenlemiÅŸti. Herkes kendi kapısının önünü temizlerse tüm kenti de temizlemiÅŸ olur. Olur, mu hiç o pislik diÄŸer komÅŸusunun pisliÄŸinin bittiÄŸi yere kadar süpürülür. Onu oradan kim uzaklaÅŸtıracak. Bir rüzgar veya baÅŸka bir doÄŸal/yapay etmen onu tekrar senin kapına koymaz mı. Ama herkes bu kampanyaya katıldı. Herkes kendi evinin önünü temizler gibi. Herkes kendi bacağından asılmayı da öÄŸrendi. Kendi ipini de kesti aynı iÅŸtahla. Kendi okulunu kendi yapmaya baÅŸladı. Her ÅŸeyi kendi yapmaya devletten bir ÅŸey beklememenin gerekli olduÄŸunu öÄŸrendi. Hemencecik kuyruklar bitti. MeÄŸersem memleket bir cennetmiÅŸ. Bunları baÅŸka birisinin etkisiyle yapmadık yine kendi yöntemimizle baÅŸardık. Görülüyor ki darbenin etkisi altında kalmanın o travmanın olası etkileri ile milyonlarca insan bu travmanın etkilerini absorbe etmeyi becerebildik. Sanıldığı gibi “eylülist” darbeciler bunu topluma zorla empoze etmedi. Gerçektende çok büyük bir laf etmiyorum bunu söylerken.
​
Darbe sonrası toplum hızla devrimci ve ülkücü parti, örgüt, dernek ve militanlardan desteÄŸini çekti. Zaten bu her iki ve üç karşıt grup kendisini diÄŸerine karşıtlık olarak tanımlamışlardı. Bir tür konsensüs vardı aralarında. Toplum toplumu deÄŸiÅŸtirmek isteyenlerden çok daha önce o içgüdüsel olan güce tapmanın erdemiyle davranmıştık. Tarafımızı güçlü olandan yana belirlemiÅŸtik her zaman olduÄŸu gibi. Daha sonra saÄŸ’dan ve sol’dan militanlar ve örgütler de bu sese kulak verdi. Elinde Scrikss kalemle ekranlardan herkesin gözüne soka soka konuÅŸan o tonton adam dört eÄŸilimi birleÅŸtirdiÄŸini her Allahın günü bize boÅŸuna anlatıyordu. Bunu bir yerlerinden uydurmuyordu ya. O günlerde sıkı bir Cumhuriyet ve Cumhuriyet Kitap eki okuru olarak ÅŸunu görüyordum. Aydın takımı arasında bir Mevlana, bir Yunus efsanesi baÅŸ gösterdi. Yunustaki “Yaratılanı severim yaratandan ötürü”nün yaratılan yani insan ve tüm canlı ve cansızlarında içine alacak ÅŸekildeki bir hümanizma ortalıkta boy göstermeye baÅŸladı. Yunus halktandı halkın diliyle söylüyordu. Mevlana ise “gel ne olursan ol yine gel” diyerek adeta ANAP ve ideolojisini “eylülist” ideolojiyi dile getiriyordu. YaÅŸasın sonunda tutulacak dal bulunmuÅŸtu. Bir arkadaşın tabiriyle bu iÅŸkencecisini sevme, bu onu affetme tavrı yok edilmeden, bu psikolojiden sıyrılmadan 12 Eylül darbesini yapanlar ve taifesini yargılamak, yargılanmalarını talep etmek havada kalmaya mahkûmdur. Zaten sen çoktan affetmiÅŸsin ki. Daha ne istiyorsun. Belanı mı? Mahkemelere ne hacet? DüÅŸünün bir defa diyor ki, “darbeciler yargılansın” kim yargılayacak bu darbeyi yapanların anayasası ve içtihatları hala yürürlükteyken bunlar bu hâkimler mi? Bu yargı sistemi mi? Elbette ki yargılanırlar ancak bu günkü anayasa ve içtihatların ortadan kaldırıldığı, yeni bir dünyanın kurulduÄŸu, yeni bir Türkiye’de.
​
Tekrar deÄŸinmem gerekirse. O günlerin atmosferi özetle ÅŸöyle yazılabilir.
​
Ä°nsanın zincirlerinden kurtulması kolay bir ÅŸey olmasa gerek. Aslında bunun bilgisi ve bilincinde olmakla ilk adımı atmış oluyor kiÅŸi. Ä°nsanın kendisini baÅŸka bir insan kardeÅŸinden ÅŸu veya bu biçimde yani dini, etnik, ideolojik kimlik olarak ayrıştırması ayrı düÅŸürmesi ve dolayısıyla ayrı düÅŸmesiyle birlikte bu dibe doÄŸru düÅŸüÅŸ hızla artmaktadır. Ki yerçekimi insanı ve tüm canlı ve cansızları kendine doÄŸru çekmektedir. Bunu tersine çevirme iradesi sırf irade olarak dahi erdemli bir eylem olmaktadır. Yani sorun irrasyonel olmaktan kurtulmakta.
Yani dostlarım bakıyorum da bazılarımız hızla ırkçı, fanatik milliyetçi olma yolunda ilerliyor ve karşıtlarımızdan bir farkımız kalmıyor. Bir kiÅŸiliÄŸi, idolü sevebiliriz. Belki de anlamadan kulaktan dolgu ile de olsa sevebiliriz. Ama sorun o kiÅŸi ve idollerle ilgili yaÅŸanmış gerçeÄŸi gerçekliÄŸi anlayarak bilerek sevebilmek ve seve bilmemek. DoÄŸruları ve yanlışlarıyla sevebilmekte ve seve bilemekte. TabulaÅŸtırarak deÄŸil. Buradaki ana espri yahut kural ‘her ÅŸey insan için ve insana doÄŸru’ olmalı. Hatırlıyorum da 12 Eylül'ün o bunaltıcı atmosferi içerisinde bazı yenilmiÅŸ aydınların gözünde bir Mevlana, bir Yunus efsanesi baÅŸ gösterdi. Yani adam diyor ki ‘ben yaratılanı severim yaratandan ötürü’ bu adam en büyük hümanist onların gözünde yani bu sözleri söyleyen kiÅŸi ‘yunus emre’ burada bir sakatlık var adam sırf yaratandan ötürü yaratılanı seviyor. Yaradan inancı olmasa yaratılanı da sevmeyecek. Bunun neresi hümanizm yani insancıllık. Biz insanı severiz insan olduÄŸu için vicdanımız olduÄŸu için. DiÄŸer adam yani Mevlana ise ‘ne olursan ol yine gel’ diyor. Burada da bir eksiklik var ama yunusun ki kadar deÄŸil. Hümanistiz dedikte bundan ÅŸunlar anlaşılmasın. Birincisi hiç seçkinci olmayacak mıyız? Elbette ki seçkinci olacağız ve tabiî ki her insanı da seveceÄŸiz deÄŸil. Yasal ve yasadışı olan her türlü insan ve hayvan katilini, uÄŸursuzu, pezevengi, tefeciyi, ırkçı ve kafatasçıyı, hak hukuk tanımaz her türlü sömürücüyü sevmeyeceÄŸiz.
Yıllar önce böyle yazmışım. Ya yıllar sonra…
​
Evet, yıllar sonra dedim yukarıda. Yıllar sonra o günleri o ilk günü birebir yaÅŸamış olan bir yoldaÅŸtan o gün tüm devrimci taifenin bir birine devrimci dayanışma içinde yardım ve iÅŸbirliÄŸi içinde darbeye karşı direneceÄŸine, darbecilere karşı savaÅŸacağına. Ayrı ayrı mevzilerde mücadeleyi yeÄŸlediÄŸi ve bunun o gün öncesinden baÅŸlayan kökenlerinin o anda da süregittiÄŸini ve bugüne de aktarılan bir araz olduÄŸunu anlatmıştı uzun uzun. Uzun uzun konuÅŸurduk bu deneyimleri. DüÅŸünün ki ülke çapında ne A örgütü B örgütüne ne de B örgütü A örgütüne yardım etmiÅŸ, dayanışma göstermiÅŸ. Sonra da diyoruz ki sosyalist sol neden bir araya gelemiyor, ortak iÅŸ yapamıyor, ortak bir blok, parti yaratamıyor. Neden marjinaliz falan fiÅŸman.
​
DüÅŸünün bir. 12 Eylül’den aylar önce yine Ankara’da Piyangotepe’de halk kahvehanenin taranması olayı sonrası Vali’yi tutsak alıyor. Katiller yakalanıncaya kadar teslim etmeyeceÄŸiz diyor. Yani halk devrimcileri aÅŸmış. Devrimciler ise hemen ilgili üst birimleri falan arıyorlar, temas kuruyorlar, Parti üst birimi diyor ki o vali “atıyorum” CHP’li ve bizim de CHP ile ittifak iliÅŸkilerimiz var. Devrimcilerin önerisiyle halk Vali’yi istemeyerek de olsa serbest bırakıyor. Sen böyle yaparsan halk da seni terk eder. Darbe de yersin. Oturup zırıl zırıl aÄŸlarsın. Åžöyle oldu böyle oldu diye. Hani halkın adaleti. Hani “Seni halk adına… mahkum ediyorum” kitabını okumalar. Hayata geçiremediÄŸin hiçbir ÅŸeyin karşılığını da bekleyemezsin. Yine çok büyük laflar ettim deÄŸil mi?
Sonuçta 12 Eylül’de bir balyoz gibi devrimcilerin, fasitlerin ve halkın tepesine binmiÅŸ olan darbeciler. Ä°lk güdümlü mü serbest mi olduÄŸu tartışılır ilk anayasa oylamasında halkın %99’lara yakınından onay aldıkları o 1982 Anayasasını (ister faÅŸist ister anti-demokratik ne derseniz deyin) kabul ettirmiÅŸlerdir. Belinski ile devam edeyim “Halkın gelenekleri göreneklere dayanır. Bir yüzyıl önce ÅŸiddetle karşı çıktığı bir geliÅŸmeyi. Bir yüzyıl sonra ÅŸiddetle savunur” diyor.
​
Uzun sohbetlerimizde üzerinde çok kafa yorduk. ÖrneÄŸin darbeden önce darbeye maruz kalan yapılarda ciddi bölünmeler baÅŸ göstermiÅŸ. Hemen hemen her büyük yapı ikiye bölünmüÅŸ. 12 Eylül’ü ilk haber veren olay ise Yeni Türkü’nün iyi bir yorumu olan Maskeli Balo ÅŸarkısında olduÄŸu gibi Fatsa’da gerçekleÅŸen operasyon ile oluyor. Fatsa’da yapılan operasyon ile devrimci hareketin ne tür dayanışma ve tepki göstereceÄŸini, yani ülkedeki devrimci fenomeni çözen, bu olguyu iyi okuyan taraf hazırlıklarını hızla tamamlıyor. Ve tabiî ki uluslararası arenada Ä°ran’da gerçekleÅŸen önce komünistlerin ve sonra komünistlerin bastırıldığı o meÅŸhur “beyaz devrim” ile birlikte önemli bir ABD müttefikinin kaybedilmesi. Dünyada esen “Demir Leydi” Margaret Thatcher ve “Artist” Ronald Reagan Reagan’ın temsil ettiÄŸi Liberal kapitalist açılım. Türkiye’nin bu boÅŸluÄŸu doldurması için bir düzene sokulması gerekiyordu ve düzene de sokuldu. Hep anlatılır bir akÅŸam Kenan Evren’in evinde eÅŸinin de hizmet ettiÄŸi dış bir istihbarat örgütünün telkinleriyle darbe’ye karar veriliyor. Elbette ki bu kadar basit deÄŸil ve elbette ki bu kadarda karikatürize edilemeyecek bir an. O karar anı.
​
Ne diyelim Kenan paÅŸa resim yapmaya devam etsin. Ta ki o güne kadar. Yani yargılanana kadar. Ama önce ben dâhil biz hepimiz kendimizi yargılayıp, kendi özeleÅŸtirimizi verelim. Burjuva devleti “kurtarmak” için deÄŸil, burjuva “devleti” yıkmak için örgütlenelim. Son olarak. 12 Eylül ve sonrasının o karanlık yıllarında gençlik ilk gıdasını Limon ve o kapanınca Leman adlı mizah dergilerinden aldı uzunca bir süre. Hala da etkisi azalsa da öyle deÄŸil mi. Baskılar mizahı doÄŸuruyor, onu besliyor. Mizah ise ülkemizde özgürlüÄŸe çıkış yolunu bilerek ya da bilmeyerek çiziyor. Mizahça kalmak temennim olsun.
​
Mizah dedim de. Toplum olarak hoca Nasrettin fıkralarını severiz. ÇoÄŸunlukla gülüp geçeriz. ÖrneÄŸin hocanın bindiÄŸi dalı kesmesi, bile bile olmasa da bunun hatırlatılmasına raÄŸmen kesmesi ve düÅŸmesi bunu hayra yorması ve el hak sonunda iyi bir kötek yemesi. Ve o nekahat anında komÅŸularına “siz siz olun da katırcının katırlarını ürkütmeyin” diye nasihatte bulunması tıpkısı olmasa da bu yaÅŸananları anlatmıyor mu? Ya da “ye kürküm ye”, “parayı veren düdüÄŸü çalar”, “dostlar alışveriÅŸte görsün” vesaire.
​
​
Sabrın için teÅŸekkürler sana. Bir de ÅŸu aÅŸağıdakiler var. Okumak istersen… Orada bir terk ediÅŸ, terk ediliÅŸ var. Kimin kimi terk ettiÄŸi belli deÄŸil aslında. Oku bakalım. Melek “Oku” diyor Ama Peygamber ısrarla “ben okuma bilmem” diyor. Melek ısrarlı. Israrla tekrar “Oku” diyor. Peygamber de inatçı ama hala “ben okuma bilmem” diyor. Melek son bir kez daha “Oku, yaradan rabbin adıyla oku” diyor. Ve Peygamber bu iÅŸten kurtuluÅŸ olmadığını hissederek okumaya baÅŸlıyor. Ä°lk sözü insanın bir kan pıhtısından yaratıldığı. Tıpkı bunun gibi hepimiz aslında bir yere aidiz. AÅŸağıdaki anlatıdaki gibi.
Terk ed(il)iÅŸ
​
Annemin elleriyle yaptığı gecekondumuz yıllar boyunca annemin, babamın, benim ve iki kardeÅŸimin en güzel anılarının geçtiÄŸi adeta bir mabet olmuÅŸtu. Yıllar içinde bu gecekondu da bizimle birlikte yaÅŸlanmıştı. Hepimiz teker teker terk etmiÅŸtik oysa bu evi. Ama ben, eÅŸim ve küçük kızım yılar sonra tekrar bu eve yerleÅŸmiÅŸ ve bizim yerleÅŸmemizle birlikte gecekondumuzda içine düÅŸtüÄŸü o terkedilmiÅŸlik duygusundan sıyrılmış, tekrar hayata baÄŸlanmıştı. Çünkü bugün biliyorum ki gecekondumuzda bizimle birlikte yaşıyordu, bizimle birlikte ve anılarımızda.
Bugün iÅŸte yine terk ediliyordu. Terk ediyordum bu kez ve bu son kezdi. BaÅŸka bir ÅŸehirde iÅŸ bulmamış olmasam ne diye terk edecektim ki kendisini. Bu her köÅŸe bucağını bildiÄŸim. Özenle koruduÄŸum evimi, evimizi. Bu ev ve mahalleyi… Nihayet nakliye kamyonuna eÅŸyalarımız yerleÅŸtirilmiÅŸ ve kamyon yola koyulmuÅŸtu. Son bir defa daha gecekondumuzla vedalaÅŸmak için ardıma baktığımda benim gibi gecekondumuzun için için aÄŸladığını hissettim. Oysa bu gecekondu da ve bu mahallede ne de çok ÅŸeyler yaÅŸamıştım.
​
Hatırlıyorum da o haziran gününde gök gürlüyor bir yaz yaÄŸmuru için doÄŸa hazırlanıyordu. Ben en sevdiÄŸim arkadaşım ve kardeÅŸimle birlikte bir kamyon kasasının altına sığınmıştık yaÄŸmurdan kaçmak için. Yıldırımı duymuÅŸtuk ders kitaplarımızdan ve küçük bir çakım vardı bir seferinde anne annemleri ziyaretten anne annemin bana hediye ettiÄŸi kemik saplı bir çakı. Ya yıldırım düÅŸerse diye çekine çekine pantolonumun cebine sokup arkadaşıma gösteriyordum. Çalı çırpı yontuyorduk ortanca kardeÅŸimle. Çakıyı nöbetleÅŸe kullanıyorduk. Ortanca kardeÅŸimi o kadar çok seviyordum ki. Annem yeni bir kardeÅŸ daha dünyaya getirecekmiÅŸ o gün bilmiyorduk tabiî ki. Küçük kardeÅŸimiz iÅŸte o yaz yaÄŸmuruyla birlikte geldi.
​
YaÄŸmurun ilk damlaları yere deÄŸdiÄŸinde ortalığı mis gibi toprak kokusu sarardı, insanı deli eden bir koku. Hala benim için o günkü bu toprak kokusu en güzel kokudur. Biz çocuklar yaÄŸmur sonrasını o kadar çok severdik ki. Hemen sokaÄŸa çıkar. Bir aÄŸaç dalını ama en ince ve saÄŸlam olanını seçer. Yerdeki çamurdan bir topak yapar ve çubuÄŸun ucuna takarak en uzaÄŸa fırlatmaya çalışırdık. En çok da ortanca kardeÅŸim severdi. Bu masum oyun anında mahalleler arası bir çamur savaÅŸlarına dönüÅŸürdü. Duvarlar, camlar, kıyafetler benek benek çamura bulanırdı. Hâlbuki gecekondumuzun duvarını ve tüm gecekonduların duvarları daha yeni badana etmiÅŸ edilmiÅŸ olurdu. Annem kirecin beyaz rengini ve boncuk maviyi severdi. Kim bilir belki de nazar deÄŸmemesi için bize ve ailemize. Çamur savaşını her zaman yapmazdık. En sıklıkla pes dediÄŸimiz bir oyun oynardık çamurla. Ä°nÅŸaat ustalarının tabiriyle yirmilik çivi bulurduk bir yerlerden. Bu bir tahtadan veya komÅŸunun çitinden keser marifetiyle söktüÄŸümüz bir çivi olurdu. BulabildiÄŸimiz düz bir yerde eÄŸri büÄŸrü ve paslı çiviyi keserle yahut taÅŸla düzeltirdik. Ve bu iÅŸlem bahçesinin çitinin tahtasından aşırdığımız çivi için komÅŸu tarafından yakalanma ihtimalinin korkusu ve adrenaliyle bir çırpıda gerçekleÅŸirdi. Pes dediÄŸimiz oyun basitçe yaÄŸmur sonrası ıslanmış toprağın üzerine çiviyi saplamak ve diÄŸer oyuncunun yolunu kesmek ÅŸeklinde ilerlerdi. Onun çizgisine saplamak veya onun alanına geçmekle de pes olunmuÅŸ olur ve yenilirdik. Ya da yenerdik. “Tıpkı hayat gibi…”
​
Bugün o günleri düÅŸündüÄŸümde yukarıdaki son cümle gibi her ÅŸey tıpkı hayat gibiydi. Yine yukarıda size cereyanlar kesildiÄŸinde annemin bize masallar anlattığını söylemiÅŸtim. Ä°ÅŸte o anlarda annemin mum ışığında kardeÅŸlerimle birlikte bana anlattığı masallarda geçerdi “Kafdağı” bir de çocuklarla aramızda oynarken yani ebeyi seçerken – bugün için iÄŸrenç gelebilir ama- bir tuÄŸla parçasının bir yanına tükürüp havaya attığımız taşın “Kaf mı?” yoksa “Tura mı?” sorusu ile karşımıza çıkardı. Sonraları o çocukluk evresinden çıkıp da sosyal hayatın gerçekleri ile yüz yüze geldiÄŸimizde yani artık “uyu çocuÄŸum uyu / yen gözünden uykuyu / masallarda kaldı artık yedi baÅŸlı ejderha” ÅŸarkısını kalabalıklarla birlikte söyleyip dinlerken kendimi bulmuÅŸ ve eyleme geçmiÅŸtim bile. Biz çocuklukta bilmeyerek hayatın Kaf ve Tura gibi iki yüzünün iki seçeneÄŸinin olduÄŸunu gördük. BaÅŸka tonlar yanıltıcıydı. Evet, indirgemeci olarak suçlanabilirim sen okuyucu tarafından ama böyle. Gerçek gerçektende böyle. Yani evet aslında artık annemin masallarındaki o “Kafdağı” benim için unutulmuÅŸ deÄŸildi elbette. Ama ben bu sefer o “Kafdağı”nın ardındaki ülkenin veya her neyse, nereyse oranın fethine cüret etmeye yoldaÅŸlarımla birlikte baÅŸlamıştım.
​
Kafdağı’nın ardında ne olduÄŸunu kimse bilmiyordu. Sadece tahminlerde ve iyi niyetlerde bulunuyorduk. Hele bir oraya ulaÅŸalım diyorduk. Oraya ulaÅŸmak için her türlü yöntemi denemiyorduk elbette. Mevcut toplum düzeninin belirlemiÅŸ olduÄŸu çerçeveyi zorlamaya, bu mevcut toplum düzenindeki olumlulukları almaya özen gösteriyor. Ä°rrasyonel olan her türlü fikir ve uygulamaları ise hem reddediyor, hem de terk ediyorduk hızla. Hızla hem evrimleÅŸiyor, hem de kendimizde devrimler gerçekleÅŸtiriyorduk. “Devrim” evet tılsımlı kelime buydu bizim için. Yani benim için öyleydi demek daha doÄŸru olur. “Ne tanrı, ne devlet, ne okul, ne din, ne ordu, ne aile”diyorduk(m). Tüm otoritelere otoriter kurumlara karşıydık(m). Benim baÅŸ tacı kitabım Marks ve Engels’in “Komünist Parti Manifestosu” ile birlikte Althusser’in “Ä°deoloji ve Devletin Ä°deolojik Aygıtları” olmuÅŸtu. Aile “Burjuva” bir kurumdu. “Burjuva” ve hele hele “Küçük Burjuva” lafı bizim en önemli küfrümüz olmuÅŸtu. Oportünist ve MenÅŸevik ile birlikte ve de Liberal ve Konformist ile birlikte elbette. Ama daha dün gibiydi çocukluÄŸumuz ve çocukluÄŸumuzdaki birbirimize ettiÄŸimiz çocukça küfürler. “Ana avrat” sövmeler. Ama ben çok nadir küfür etmiÅŸimdir. Kendimi aklamak için demiyorum bu gerçekten de böyle. Ben beklide küfür öÄŸrenme yaşımı çok raÅŸitik bir ortamda yaÅŸadığım, geçirdiÄŸim için bu böyle. Hedefimiz o günlerde AteÅŸ-Ä°nsan olabilmekti. Åžarkıdaki gibi“AteÅŸten bir damla gibi” dünyayı yeniden dökebilmekti.
​
Evet, AteÅŸ-Ä°nsan olabilmekti tek arzum. Çünkü içinde bulunduÄŸumuz galaksinin tek yaÅŸam kaynağı güneÅŸ. Dünyanın diÄŸer gezegenler ile birlikte güneÅŸ etrafındaki konumu ve belli bir eksen dâhilindeki dönüÅŸü dünyadaki yaÅŸamı dolayısıyla canlı ve cansız varlıklarla birlikte ekosistemin mevcut dönüÅŸümünü direkt olarak etkilemekte ve belirlemekte.
Ä°nsanın arkitike (ve yıkıcı-yapıcı diyalektikle bakıldığında günümüzdeki moderniteninde) pagan kültürünün oluÅŸturduÄŸu insanın kendinden güçlü, keÅŸfedilemez ve bilinemez doÄŸaya karşı aczinin bir göstergesi olarak ortaya çıkan ve anakronik biçimde okunmak üzere ilkel/modern insan için en güçlü tapınma nesnesi olacak olan güneÅŸe “tanrı” sıfatını yakıştırmasında da güneÅŸin bu kendisinde içkin olan yaÅŸama kaynağında aramak gerekiyor.
GüneÅŸe ulaÅŸmak deyim yerindeyse “güneÅŸ-insan” olmak tüm arkaik ve yansıması olarak günümüz modern kültüründe var ola gelmiÅŸti. Ä°nsanın en yükseÄŸe doÄŸru adım adım yaratmış olduÄŸu günümüze kadar ayakta kalan eserleri bu “sonsuz” yaÅŸam kaynağına doÄŸru idi. Ki bu sonsuz yaÅŸam kaynağına insandan kat be kat yaklaÅŸan uçan canlılar olarak kuÅŸlara ve daÄŸlara öykünme 1.si somut anlamda 2.si ise soyut anlamda olmak üzere doÄŸaya karşı ve aynı anlama gelmek üzere “güneÅŸ-tanrıya” karşı bir var oluÅŸ kavga/mücadelesi hiç de küçümsenmeyecek bir insan oluÅŸ tavrı ve davranışı olarak bir anlamda genlerimize yer etmiÅŸ. KuÅŸlara özenen insan önceleri mitolojik olarak balmumu kanatlarıyla Ikarus’u göklerde uçurmuÅŸ ve onda insanın sınırsız hırs ve ihtirasını nakÅŸetmemiÅŸ mi? Ki, Hazerfen ile bu gerçekliÄŸe dönüÅŸmüÅŸ ama bir diÄŸer “tanrı-padiÅŸah” tarafından kellesi uçurulmuÅŸ ama insanın zincirlerinden kurtulmaya adım attığı bir çaÄŸda kâh balon, kâh zeplin, kâh uçak, kâh roket ve nihayetinde uzayın derinliklerine SSCB ve ABD’nin uzay araçlarıyla ulaşılabilecek evrenin sınırlarına doÄŸru yelken açmış. Deyim yerindeyse insanın insan olmanın bilincine erdiÄŸi çaÄŸlardan aktarıla gelen genlerindeki bu güneÅŸe ulaÅŸma, yaÅŸam kaynağıyla bütünleÅŸe bilme ve ona mesajını iletebilme beklide insan olmasının tek gayesinin var oluÅŸ bilgisi insanın tüm davranış ve ritüellerini ona doÄŸru ve onun için gerçekleÅŸtirmesine adanmıştır/adanmaktadır.
​
GüneÅŸin fethi diye adlandırabileceÄŸimiz keÅŸifler silsilesinin baÅŸlangıcı somutta ateÅŸin icadı ile soyutta ise insanın kendisiyle birlikte doÄŸayı bilme ve dönüÅŸtürebilme serüvenine karşılık gelmekte deÄŸil mi? Ki bu iki antropolojik sıçramayla birliktedir ki, o bilinemezin korku barikatları insan için yok olma alt edilebilme sürecine girilmiÅŸ. Ä°nsanın ateÅŸi yani güneÅŸin bir parçası olarak ateÅŸi kontrolü altına almasıyla birlikte insanın doÄŸa ve diÄŸer canlılarla organik iliÅŸkisi de adeta sona ermiÅŸ. Öyle ki insanın mitolojik dünyasında yarattığı Ikarus’un balmumundan kanatları güneÅŸin ışıklarıyla ergiyerek insanın “güneÅŸ-tanrı” katına yükselmesi engellenip yok edilemeyecek. Artık bizzat insan yok edici olacaktır. Çünkü insan ateÅŸi elde ederek ve onu istediÄŸi gibi kontrol edip kullanabilme yeteneÄŸini geliÅŸtirerek “güneÅŸ-tanrıya” ihtiyacını da ortadan kaldırmış. “AteÅŸ-insan” olarak “tanrı”yı da kontrolü altına alabilmiÅŸtir.
​
Dolayısıyla ateÅŸin diyelim ki tesadüfen ya da akıl yürütmeler sonucu veya herhangi bir biçimde ama her ÅŸeye karşın elde edilmesi, daha doÄŸrusu kontrol altına alınması, taşınabilmesi ile birliktedir ki, antikitenin doÄŸaya baÄŸlı, dolayısıyla ana enerji kaynağı olarak güneÅŸle bağının bir daha geri dönülemeyecek biçimde insanın doÄŸaya hâkim olma-tahrip etme tasarrufuna cüret etme hakkını vermiÅŸ.
​
O halde AteÅŸ-insan olmaya biraz daha çok yaklaÅŸmaya çalışmalıydım. Bugünden bakıldığında büyük harflerle Ä°NSAN’ın modernleÅŸmesiyle birlikte kendisini birey ve topluluk olarak ama önce birey olarak ifade etme yetilerini kazanmakta gecikmediÄŸini görüyorum. Bu minvalde binlerce yıllık duvar resimlerinden günümüzün elektronik iletiÅŸime kadar binlerce sözlü, yazılı, çizili, boyalı iletiÅŸim formu kullandığını görüyorum. Yani insan koÅŸuları ne olursa olsun kendisini ve topluluÄŸunu ifade etmenin yolarını bulmakta yine büyük harflerle Ä°NSAN olan tarafı ile karşıma çıkıyor. Ä°nsanı insan olarak tanımlamanın en önemli bileÅŸeni olarak bu dolaylı ve doÄŸrudan iletiÅŸim formlarıyla doÄŸada insan oluyor, insan olarak adlandırılıyor.
​
Oradan perspektifin ne mi dediniz. Açıklayayım. Perspektif benim için uzayda bilinçli olarak seçilen bir noktadan mevcut bir nesne, olay ve olguya bakmayı ve bu seçilen noktadan gerek geçmiÅŸi gerekse geleceÄŸi anda görmeyi anlatıyor. Bu bilinçli seçimledir ki nesne belli bir anlam kazanıyor. Seçilen nokta sabit kaldığı sürece bakılan nesnenin yer ve ÅŸekil deÄŸiÅŸtirmesi önemini yitirerek seçilen noktadan bakış ve anlamlandırma çabası için zenginliÄŸini ifade etmeli. Seçilen noktayı deÄŸiÅŸtirmek yeni ve baÅŸka özgün biçimlere tabi oluyor. Sorulması gereken soru ÅŸu; Neden bakış açısı için bir nokta seçelim ki. Seçim noktası olmadan hayat öylesine kaotik bir yapı sergilemeye baÅŸlar ki. Hedef saptaması yapamayız. Ama diyeceksiniz ki bugün dünyada ne hedefi, neden bir hedef seçilmeli ki. Bu itirazın haklı yanları olabilir ancak ne var ki insanı diÄŸer canlılardan ve insan olarak içini dolduracağımız varlığı diÄŸer insanlardan ve insan gruplarından ayıracak olan da budur. Yani insan olmaya adım atmanın da bir adıdır aslında perspektif anlayışım. Perspektifimi hep bu ince çizgide deyim yerindeyse bıçak sırtında kurdum ve odaklandırdım. Odaklamak da zorundaydım aslında.
​
EÄŸer bir düÅŸünce atlası hazırlayacak olsaydım perspektif için yukarıda yazılanları diyebilirdim. Bir de ÅŸunun altını çizmem gerekiyor. Çünkü seçilen nokta yeterli kalmıyor. Biliniyor ki “bir ÅŸey hem kendisidir hem de kendisinden baÅŸka bir ÅŸey.” Yani sorun daha doÄŸrusu sorunum gerçeÄŸin arkasındaki sır perdesinin de arkasındaki ne. Ä°ÅŸte bu oldukça zor bir uÄŸraşı ama deyimde de denildiÄŸi gibi imkânsızı iste zoru elde etmek kolaydır. Öyle deÄŸil mi. Geçenlerde bir arkadaÅŸ perspektif yerine Panaroma’yı tercih ettiÄŸini söyledi. Ama benim düÅŸüncem perspektiften farklı olarak Panaroma’nın bakılan bir noktadan kendi eksenimiz etrafında gözlerimizin algılayabildiÄŸi noktalara kadar dönel hareketle bakışı anlatıyor. Bu bakış tüm evreni bir film ÅŸeridi ÅŸeklinde adeta slâyt halinde ama algılamaya zorluyor. Bu biçimde okumayı tarif ediyor. Bu ise bize sadece anlık mesajlar verir. Ki bu yöntem bize anlık mesajlar verse de anı sorgulamamızı ortadan kaldırmadığı için net bir mesajın akılda kalmasını engelliyor. Dolayısıyla bizim bakışımız perspektif yerine Panaromik bakmaya meyletmemeli. Perspektifle birlikte Panaroma’yla taçlandırılmalı. Özeti ÅŸu ki tek tek belli bir perspektifte fotoÄŸrafı çekilen ve anlamlandırılan fotoÄŸraflardan oluÅŸan bir kurgu ile taçlandırılan Panaroma bize daha da anlamlı bir bakış açısı verecektir. Sanıldığı gibi baÅŸkası deÄŸil.
***
Yürümeye devam ettim. Yürüdükçe ufkumda yeni yeni pencereler, perspektifler ve düÅŸünceler açılıyordu…
​