top of page
en uzun kış kapak.jpg

Çelişki, Baba Özlemi, Proleter, Amazon savaşçısı, Yalnız bir yürek, Mücadele, Bunalmak, Dede, Simitçi çocuk

Yorma kendini bırak hayatına eşlik etmek isteyenler, Seninle gelsin...

CHARLES BKOWSKİ

 

ÇELİŞKİ: I didn't understand anything, but I swear this is one of the best story i am addicted too. / Hiçbir şey anlamadım ama yemin ederim ki bu benim de bağımlı olduğum en iyi hikâyelerden birisi.

 

BABA ÖZLEMİ: Babası öldüğünde o henüz dokuz yaşındaydı. Zaman nede çabuk geçiyor bak şimdi onsuz geçen tam kırk bir koca yıl olmuş. Kırk bir yıl önce bugün, okul telaşesinde, uyku mahmurluğunda nerden bilecekti yüzüne son kez bakacağını, yüzünü son kez göreceğini, son kez "Baba" diyeceğini, babasının saçını okşayıp alnına iyi şanslar öpücüğü kondurup işe yetişmek için kapıdan çıkıp giderken aniden durup bir kez daha ona sarılacağını…

 

"Ne güzel gözleri vardı. Gözlerimin rengini ondan almışım. Ben o yıl üçüncü sınıfaydım. Okulda yardım kermesi vardı. Annem Okul Aile Birliği Başkanı'ydı. O da benimle okula gelmiş, kermes ile ilgilenmişti. Sabahçıydım ben. Dersler bitince okulda annemin yanında kaldım. Bir arkadaşım vardı, Gülsüm, onun da annesi Okul Aile Birliğinde olduğu için o da okulda kalmıştı. Annelerimiz kermesin yapıldığı spor salonunda, kek börek satışı ile ilgilenirken, biz de bahçede doyasıya koşuyor, eğleniyorduk. Acıkınca kantinden tost alıp çimenlere oturmuş, muhabbet edip annelerimizi bekliyorduk."

 

O gün zaman hızla geçmiş, öğrenciler evlerine dağılmış, kermesin yapıldığı spor salonunda temizlik başlamıştı. Saat beş gibiydi. Annesi ve arkadaşı öğretmenlerin sigara ve çay içip dinlendiği kısımda kermesin kritiğini yaparak muhabbet ediyor, kahve içiyorlardı. Sonra bir telefon geldi, annesi ağlayarak koşup çıkmıştı okuldan. Ne olduğunu anlamamıştı. Arkadaşının annesinin evine gittiler. “Annem nerede?” diye sorduğunda “Merak etme kızım, babanla buluşup, markete gideceklermiş işleri bitince buraya gelecekler” ini söylediler. Çocuktu, kandı. Yemek yediler, arkadaşının odasında oyun oynadılar. Bir ara kapı çaldı, öğretmenleri gelmişti.

“Ben şaşırdım tabi. Neden geldiklerini anlamadım. ‘Kahve içmeye geldik’ dediler.”

 

Yine kanmıştı Gülperi, masum bir çocuktu. Salonda hep beraber oturuyorlardı. Garip bir sessizlik, hüzün vardı. Sonra bir öğretmen başladı söze: "Gülperi, bugün baban yolda araba sürerken biraz fenalaşmış kötü olmuş. Sonra babanı hastaneye götürmüşler. Doktorlar elinden geleni yapmış ama babanı kurtaramamışlar" dedi. Bir çırpıda söylemiş, sesinde titreme olmamıştı. Nasıl bir insandı bu. Duygusuz.

 

“Anlamadım… Dediğini anlamadım… Duyamadım… Kulaklarım karıncalandı, uğuldadı, ellerim titredi, gözlerim karardı. Ben mi yanlış duydum, yoksa babam öldü mü diye geçirdim içimden."

Gözlerinden yaşlar dökülüyordu.

 

"Kulaklarımdaki karıncalanma, uğuldama gitmiş, duymaya başlamıştım tekrar. Meğer ben sesimi duyurmaya çalışan bir kuş gibi avaz avaz, hıçkırarak, bağırarak ağlıyormuşum. Bağırdım. Tüm insanlığa acımı gösterircesine bağırdım. Yüreğimde yanan ateşi duyurmak üzere bağırdım.”

Kalktı. “Eve gitmek istiyorum” dedi. O küçük kız sanki birden bire büyümüş, genç bir kadın olmuştu. Babasının “Biricik Gülperi’si” Arkadaşı Gülsüm’ün evinden kendi evlerine giden yol biraz yokuştu. Üç, dört tane dik yokuş vardı. Hava da aksine o akşam soğuktu, hafif yağmur çiseliyordu. “Arabaya binelim” dediler. “Istemem” dedi. Üzerine montunu geçirmeden, ayakkabısını ters giymiş bir şekilde dışarı çıktı. Koluna sınıf öğretmeni girmiş, teselli etmeye çalışıyorlardı hep bir ağızdan.

 

“Benim yüreğime ateş düşmüş, adeta balta saplanmış gibi. Nasıl teselli olabilirdim ki…”

Normal zamanlarda oflaya puflaya yirmi, yirmi beş dakikada aştığı yolu, o gün sadece sekiz, on dakikada aşmışlardı.

 

“Eve vardım. Her zaman kapalı olan apartmanın kapısı, o gün sonuna kadar açıktı. En üst kattaydı evimiz. Her basamağa adımımı attığımda, kendimi bilinmeyen bir âleme yaklaşıyormuş gibi hissettim. Evin kapısından girince babam ile karşılaşacak, başımı okşayıp alnımdan her zamanki gibi öpecek, kendini affettirecek gibi hissediyordum her şeye rağmen. Ama bu hissim her adımda sönmeye başladı. Bağırışlar, haykırışlar, her adımımda çoğalarak katlanıyordu kulaklarımda.”

Evlerinin kapısının önündeki merdiven sahanlığı çeşit çeşit ayakkabı ve terliklerle doluydu. Normalde insanların eşyalarına zarar vermemek için dikkatlice adeta parmak ucunda adim atarak hareket eden Gülperi, o gün tüm ayakkabıları ezerek ardına kadar açık olan kapıdan içeri girdi.

“Baktım salona, canım anneciğim dizlerine vuruyor, ağlamaktan nefes alamıyor. Bir diğer yanında anneannem, diğer yanında ise babaannem oturuyor. Orta sehpayı köşeye çekmişler, bir kısım kadın ise yerde oturuyor. Hepsi aynı anda ağlıyor, hepsi aynı anda bağırıyor, ağıt yakıyorlardı. Bir akrabam kolumdan tutarak odama götürmek istedi beni. “Beni Babam’ın odasına götürebilir misin?” dedim. Önce tereddüt etti. Annem’e baktı, onay almış olacak ki beni babamın odasına götürdü. Yatırdı yatağıma, gece lambasını açtı. Burada uyumamı söyledi. Kapıyı kapatıp çıktı.”

 

Şimdi ağlamıyordu ilk baştaki gibi. Çünkü babasının son gecesini geçirdiği yatağındaydı, onun kokusunu alabiliyordu, lavanta kokusunu. Hala gerçek değil gibi geliyordu ona.

 

“Babam’ın son gecesini geçirdiği yatağında uyumaya çalıştım… Bir süre sonra uyuya kalmışım. İnanır mısınız bilmem ama ben o gece uykumda babamı gördüm. Bembeyaz bir odadaydı, bembeyaz giyinmişti, yaklaştı bana, "Kızım" dedi. “Gülperi...” “Bak ben çok güzel bir yerdeyim. Sen beni merak etme. Bundan böyle hep gül, hep mutlu ol tamam mı? Annene de iyi bak, onu sakın üzme. Seni seviyorum canım kızım" dedi. Ben de “Seni çok seviyorum canım babacığım... Ona doğru koştum beni kucaklayıp, her zaman yaptığı gibi saçımı okşayıp alnımdan öptü. Sis belirdi odanın içinde duvarlar kayboldu, bir yol belli belirsiz ortaya çıktı. Ardına dönüp yürümeye başladı, donakalmıştım, gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı, söz verdiğimi hatırlayıp gözyaşımı elimin tersiyle silip gülümsemeye başladım. Durup geri döndü ve el salladı, uzaklaştı sislerin içine doğru”

 

Bugün Ege'deki bu pansiyon odasının denize bakan balkonunda ufka doğru hülyalara dalmış gibi görülen, babası gibi bir adam ile tanışma umudu ile hiç evlenmemiş, öğretmen emeklisi olan, elli yaşındaki bu orta yaşlı kadın. Yıllar geçmesine rağmen babasına o gece rüyasında söz verdiği günden beri hep gülümseyen, ama yüreğinde hala kocaman bir baltanın açtığı yaranın sızısının canını cayır cayır yaktığı, bir kız çocuğu var içinde.

 

Sadece görmenizi, bilmenizi, anlamanızı istedim.

 

PROLETER: “Başkası için değil kendi eşim ve çocuğum için çalışıyorum” diye düşündü üstü başı kir pas içindeki inşaat işçisi genç adam. Hayat onu erkenden çökerttiği için gerçek yaşından on yaş daha fazla gösteriyordu. Alnında ve yüzünde çizgiler derinleşmiş, saçında siyah bir tel dahi kalmamış, uzayan sakalları epeyce beyazlamış, sırtının kamburu çıkmış, avurtları içeri çökmüş, eli nasırlı, ayağı çıbanlı, beli fıtıklı bir adam olmuştu. Son birkaç yıl içinde.  “O zaman neden bu vazgeçiş? Neden bu bıkkınlık? Kendine gel. Hayallerindeki hiçbir şeyi yatarak elde edemezsin” demiyor mu içimdeki ses. “Evet, dünya gittikçe berbatlaşıyor; dünyadan uzak bir yer bulmak istiyorum, hatta sadece sevdiceğim ve biricik evladımla tüm zamanlarını geçirmek istiyorum. Şanslıyım, hem de bir sürü konuda. Sahip olmadığım şeylere odaklanmak yerine sahip olduklarına şükretmeyi bilmeliyim. Hayallerim için de çalışmayı, üretmeyi, düşünmeyi bırakmamalıyım. Aslında sandığım kadar çıkmazda da değilim, istersem yapamayacağım şey yok. Ben neleri neleri başardım, düştüğümde nasıl da ayağa kalktım, hedefim için yılmadan çalıştım. Şimdi ise sona yaklaşırken pes etmek bana yakışmaz, hayallerimi yarım bırakamam.” Her sabah veyahut her gece şantiyedeki işler elverdiği ölçüde cebinde taşıdığı bu deftere hayalleri için yaptıklarımı yazıyordu. Tekrar tekrar açıp okuyor, bıkmadan yazıyordu.

 

AMAZON SAVAŞÇISI: Severek evlendiği adamın şiddetine altı ay zor dayanmış, boşanma süreci iki buçuk yıl sürmüş, sonunda haklı davasını kazanmıştı. Nafaka falan talep etmemişti. Bu onun için onursuz bir talep olarak geliyordu. Ne olursa olsun ayakları üzerinde duracaktı erkekler dünyasında. Üniversite sınavına girdi, kazandı, ailesi yaşadığı şehir olmadığı için göndermek istemedi, abisi şiddet uyguladı, kaçtı evden… Şimdi ise son sınıfta ve bölüm birincisi olmuştu kadın. Şimdi otuz yaşındaydı, yeni bir hayata başlamak için geç olmayan bir yaş. Fakültenin kantininde etrafını çeviren genç kadınlara; “Çok düştüm, yaralar aldım tek öğrendiğim şey kendinize bir hedef belirleyin hayalleriniz olsun ve bunun peşinden gidin, ne olursa olsun savaşın, durmayın hep yürüyün, sizi mutsuzluğuna çeken insanlarda uzak durun. Bu aileniz bile olsa ve en önemlisi şükredin sağlığınıza. Bazı şeyler geri gelmiyor, hayattayken neyle mutluysanız onu yapın” diye öğüt veriyordu.

 

YALNIZ BİR YÜREK: O korkunç günden iki gün önce annesi gibi sevdiği teyzesinde kalmıştı. İçinde bir huzursuzluk vardı teyzesine giderken, annesi ısrar etmişti, nedense teyzesine gitmek istemiyor, annesinden ayrılmamak istemiyordu.

“Ama teyzemde kaldım. Ertesi gün dayanamayıp evimize gittim. Ogün evde kaldım ve annemin koynunda yattım. Ertesi gün abim çağırdı, özlemiş içimdeki huzursuzluk artarak devam ediyordu. Gittim ama içimden bir ses yine de gitme diyordu. Annem kahvaltıya gelecekti… Ama gelirken yolda araba çarpmış ve oracıkta ölmüş. Annem gelmeyince biz telaşlandık, annemi telefondan aradık…”

 

Uzun bir sessizliğe büründü. Telefonu açan polis hastaneye gelseniz iyi olur demiş abime ve hastanenin ismini vermiş, telaşsız, sakin, görev bilinciyle.

 

“Biz doğruca hastaneye gittik görevli sağlıkçı kadın bekleyin dedi. Doktorun odasına gittim…”

 

Tekrar susmuştu. O anlar, o anlarda yaşadıkları aklına geldikçe o eski şen şakrak genç kız gitmiş, hüzünlü adeta hayatının son baharında yaşlı bir kadın havasına bürünmüştü.  

 

“O sırada aklınıza her şey geliyor, doktor başınız sağ olsun dediği anda ben adeta yok oldum. Bağırdım, ağladım, kendimden geçtim. Sağlıkçılar sakinleştirici iğne vurdular. Sonra aşağıya indik, morga. Gördüm onu, annemi. Ağladım, tenine dokundum, sarıldım, yanaklarından öptüm. Öylece bıraktık o soğuk odada. Oysa o yaz sıcağında bile üşürdü, kışın sobanın yanından çıkmazdı. Sobanın üstünde bize kestane patlatır, dizinin üstüne başımı yatırır, saçımı okşar ve abisinden çocukluğunda dinlediği masallardan anlatırdı…”

 

Eve gelmişlerdi. Ağlamaktan adeta göz pınarları kurumuştu. Abdest alıp, başına annesinin sandığından kendi çeyizi için hazırladığı oyalı yazmalarından birisini takıp iki rekât namaz kıldı, annesinin dua kitabından Yasin okudu sabaha kadar.

 

“Ertesi gün annemi toprağa verdik. Mezarlıkta tek başıma annemin altına koyduğumuz mezarı ile baş başa kalınca. Kendimi sonsuza dek terkedildiğimi daha şiddetli hissettim…”

 

 

MÜCADELE: Beş yıl önce henüz on yaşındayken annesi ölmüşü. Babası, sıvaları dökülen ve bir zamanlar ailecek yaşadıkları evi kardeşi ile ona bırakıp gitmişi sebepsiz. Şimdi kardeşi sekiz ve kendisi on beş yaşında. Hiçbir akraba ve hiçbir tanıdıklar onlara yardımcı olmadı. Uyduruk bir işte haftalık yirmi lira para için köpek gibi çalışıp, evin faturalarını ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu. Bazen iki gün boyunca yemek yemedikleri, hatta gün boyunca su içmedikleri bile oluyor. Soğuk kış günlerinde fatura fazla gelmesin diye doğalgazı yakmıyorlar. Çünkü faturayı karşılayacak paraları yok. Kazandığı aylık gelir onlara yetmiyor. Onlar bu soğuk kış gecelerini üstlerine kat kat ince kalın kıyafetlerden giyerek birbirine sarılıp ısınmaya çalışıyorlar.

 

“Okulu bıraktım elbette. Kardeşime kendim öğrendiğim kadarıyla eğitim vermeye çalışıyorum, şu an okuma yazmayı öğrendi. Sürekli sağdan soldan bulduğumuz kitapları okuyoruz, bazen de kitap mağazasına gidip kitap inceliyormuş gibi yapıp kitapları okuyoruz. Kardeşim büyüyüp eli ekmek tutuncaya kadar bu böyle devam edecek. Halimizden şikâyetçi değiliz. Kimseye ihtiyacımız da yok. Bu hayatta insanın ailesi olmayınca hiçbir şeyi olmuyormuş ben bunu çok küçük yaşta öğrendim.”

 

 

BUNALMAK: Denizi görünce içim açılıyor, iç içe ve manasızca dikilmiş binaları görünce içim kararıyor. Ruhum pencereleri kırıp uçmak istiyor…

 

 

DEDE: Çocukları olmayan bir karı koca vardı mahallede. Arda onların elinde büyüdü sayılır. Kendini bildi bileli sonra o adama “dede” demeye başlamıştı. Arda, şimdi yirmi bir yaşında ve hala ona “Dede” diyor. Fakat dede dediği adamın eşi bir gün annesini aradı. Dede’nin ilaçlar yüzünden kalbi sıkışmış yoğun bakıma almışlar. Bunu duyunca Arda ağlamaya başladı. Sonra birkaç gün sonra Dede’nin karısı annesini aradı ve “Dede yoğun bakımdan çıktı” dedi. Arda yine ağlamaya başlamıştı ama bu sefer mutluluktan ağlıyordu. Dede, ertesi gün yine yoğun bakıma girmiş. İki hafta sonra bir telefon geldi annesine. Anne’sinin yüzü solmuştu. “Arda…”dedi “Arda, Dede ölmüş.” Arda öylece put gibi kaldı, telefona bakakaldı. Sonra “Şaka değil mi?” dedi. İlk önce anlamamıştı. Daha doğrusu anlamak istememişti. Sonra dedenin eşinin yanına gitti annesi ile birlikte. Arda orada daha fazla dayanamayıp eve geldi.

 

“İstemsiz şekilde çığlık atmışım, hiç fark etmedim. Evde tektim. Sonra öğrendiğime göre komşu kadın annemi aramış, söylemiş, ağladığımı. Annem boş ver demiş ağlasın içini döksün…”

 

 

SİMİTÇİ ÇOCUK: Önünde duran lüks cipin arka camından güneş gözlüklerinin ardından bakan adam; “Gevrek bir simit verir misin? Oradan ufaklık” dedi.  Simidi koşturarak uzatan çocuğa bir yüzlük uzattı. Cebindeki en küçük bozukluk buydu.  Cip’in simsiyah filmli camı kapandı. Cip hareket etti, simitçi çocuğun sevinçli, meraklı, şaşkın bakışını ardında bırakarak. Cip’in arka koltuğunda oturan adamın aklına; Buz gibi havada sıcacık simit fırınından satmak için aldığı simitleri sattığı günler geldi.     “Hiç çıkmak istemezdim fırından, hatta bekleyenlere sıramı verirdim sıcakta daha fazla kalabilmek için. O zamanlar kendime söz vermiştim bir yol bulmaya o sefil hayattan kurtulmaya… Kazandığım parayla evimizin geçimine yardım ederdim. Babam sarhoştu, lümpen bir hayatı vardı, annemi ve beni sık sık döverdi. Bir ün pis bir çıkmaz sokakta leşini buldular annem ve ben rahat ettik. Tek göz evde gece sobada kalan son ateş bitene kadar ders çalışırdım, ateş bitince mecburen köşedeki çuldan yatağa girerdim ve uyurdum. Simit satma işi üniversite yıllarında da hep devam ettirdim. Çok çalıştım, feleğin tekerini kırdım” dedi. Gevrek simidin yarısını kopartıp aracı süren şoföre uzattı.  

Bu sitede yayımlanan öykü ve yazıların bütün hakları saklıdır, izinsiz kullanılamaz.  Muhammet Demir ©2016 

  • Facebook
  • Twitter
  • YouTube
  • Pinterest
  • Tumblr Social Icon
  • Instagram
bottom of page