

ADIM… ADIM… ADIMLAR
“Tohumdaki şeyleri görmek, işte bu dehadır.” -Lao Tzu
Annem, elli iki yıla sığdırdığı kısacık hayatı boyunca; deneyimlediği, üstesinden gelmekte kimi zaman başarılı kimi zamansa başarısız olduğu zorluklar karşısında, “Hayat arabasının tekerleği dönmeye devam ediyor.” derdi.
TANRI ve PLANLARI: “Tanrıyı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et / If you want god to laugh, tell him your plans” Musevi özdeyişi.
ÖLÜ DÜŞLER: Düş kuruyordum, hayalî şeyler.
ÖLÜ PROJELER: Projeler hazırlıyordum, yazıyor, çiziyor, makaleler yazıyor, prototipler gerçekleştiriyordum.
ÖLÜ METİNLER: Öyküler, masallar, mektuplar, yazıyordum, yazıyordum, yazıyordum…
ÖLÜ HAYATLAR: Yaşıyordum ama ölüydüm. İkisi bir arada imkânsızdı. Ama benim durumumda bu mümkündü.
REENKARNASYON: Doğan ölür, ölen doğar. Kropotkin Etika’da bu durum için ‘Çiçek çiçekleyecek, çiçeklemek çiçek için ölüm bile olsa’ der.
ALTIN POST’UN PEŞİNDE: Benim yazgıma da ülkeyi şantiye şantiye dolaşıp çalışmak, çalışmak için gittiğim yerlerde imkân buldukça çevreyi gezmek, insanları tanımak düştü bu hayatta. Bugün haftalık istirahat günümde şantiyeden uzaklaşarak içine karıştığım teknedeki insanlarla yolculuk yaptığım ve şimdi karşısında durduğum kara parçası rehberin anlattığına göre Karadeniz’deki tek adaymış. İlköğretim bilgisinden aklımda kalan kadarıyla biliyorum ki, aslında tüm kara parçaları deniz tabanından ana karaya bağlıdır. Uzaktan martıların pislikleriyle bulanmış çıplak kayalıklara, adanın ortasında yükselen eski bir manastıra ait olan yapı gözüküyordu. Birden iç sesim “Homeros’un İlyada adlı eserindeki kahramanların Altın Post’un peşine düştüğü yolculuk esnasında mümkündür bu küçük adaya da ayak basmışlardır.” dedi. Adaya karşı gülümsedim adeta selam verdim başımla. Tekne yanaştı. Ben de adım attım bu adaya onlardan yüzlerce yıl sonra. Çağrılarına uydum. Kazandılar… Uzaklarda olmak, sevdiklerimle bu anı paylaşamamak korkunç bir moral bozukluğu benim için, hepimiz için. Bu “en uzun kış” bizim için. Dolu dolu bir yaşamı, anı kaçırıyoruz hep birlikte. Uzakta olmak, sevdiklerimden, ailemden uzakta. Ne çayın tadı ne de hayatın bir anlamı oluyor. Burada… Gurbette… Ömrümüzün en güzel anlarının bir arada paylaşılmadan geçtiği bir dönemdir. Temmuz ayında yaşanan en uzun kıştır. Soğuktur.
İLK CİNAYET: Bu çalışmasında ona pek faydam olmamıştı. Bir iki düzeltme, birkaç satırlık beğeni sözcüğü o kadar. Ancak arkadaşım yine de bana teşekkür ediyordu. Arkadaşım adına sevinmiştim. Çünkü başarılı bir şekilde ilerliyordu. 1,2,3,4,5… Öyle değil miydi? Katilin ilk cinayeti zor olurdu. İlk kitap ile zor olanı başarmıştı arkadaşım. Şimdi ise kitaplar peş peşe geliyordu. Bol okurlar ve bol şans dilemekten başka ne gelirdi ki elimden. Ya ben… Kendim… Taşrada tek başıma adeta inzivada çilekeş gibi yaşıyordum. Üzerinde yoğunlaştığı hemen hemen hiçbir konuda ilk cinayetini işleyememiş bir orta yaşlı adam müsveddesi. Cesaretsiz olduğumdan, anlamsız bulduğumdan değil. Sadece… Muhakkak… Kendim bile bir açıklama getiremiyorum. Arkadaşıma; “Ben öyleyim işte!” dedim ve gülümsedim. “Kendine mukayyet ol.” Kimsenin duyamayacağı bir ses tonunda söylemiştim.
YÜREK SIZISI: Yeni bir ek yapmak lazım dedim ve ilgili kitap metninin içine şu satırları, potansiyel okuyucularım için karaladım. “Onun son anda yok olmaktan tesadüfen kurtardığımız veda mektubunu siz de okusaydınız.; bu mektupta yazılanlara yüreğinizin sızlamaması mümkün olmazdı. Ama ne yazık ki hiçbirimiz onun taşıdığı az bulunan insanlık için çarpan yüreğini, azmini, mücadelesini ve kararlılığını içselleştiremediğimiz için, onun bize salık verdiği Ofir’e olan yolculuk mücadelesini layıkıyla devam ettirememiştik.” Sonra üzerini karaladım. Çok ileri gitmiştim yine.
KUSMAK: Yine uzun süren suskunluktan sonra. “Zor olan ne biliyor musun? Kendi gözüm ve zihnimdekini karşımdaki insanın ki kadın veya erkek olması fark etmez. Onun gözünde ve zihninde canlandırtabilmek.” diyerek suskunluğumu bozmuştum. Ya da adeta yine kusmuştum. Sonra devam ettim: “Kölenin durumu, ölüden acıklıdır; ölen kurtulur, köle çeker diyor Hikmet Kıvılcımlı. Yaşam ve ölüm iki zıt kutuptur, işçi sınıfı ise modern köledir. Bir köle ile bir ölüyü karşılaştırırsanız, kölenin durumunun ölünün durumundan daha acıklı olduğunu görürsünüz. Ölen öldüğü için kurtulmuştur fakat köle hâlâ çile çekmeye devam etmektedir. Daha önceki yaşantınız, aileniz, çevreniz, eğitiminiz, mesleğiniz, düşünce ve idealleriniz ne olursa olsun; ‘Kapıkulu’ olarak devlet aygıtının içine girdiğiniz andan itibaren mevcut düzenin maaşlı bekçisi olursunuz. Artık tek işiniz değişimi engellemektir. Çift kişiliğiniz olmak zorundadır yoksa barınamazsınız, barındırmazlar sizi. Duruma göre ‘iyi’ ve duruma göre ‘kötü’ iki maskeniz vardır daima yanınızda. Gidişattan memnun olanlar için iyi bir insan maskesi takmak zorundasınız yüzünüze, gidişattan memnun olmayanlar için ise kötü bir insan maskesi. Burası, bu kapının arkası, insanın insanlığını ardında bıraktığı yerdir.” Kinim kimeydi. Sonra sustum, tekrar derin düşüncelere daldım.
HEYECAN: Herkes bayram kutluyordu. Ya geçen bayram olduğu gibi bu bayrama da buruk giren eski şantiyemdeki çalışma arkadaşlarım? Aylardır doğru dürüst ücret alamamışlar, alacakları katlanarak artmıştı. Çalmadıkları kapı kalmamış, her çaldıkları kapı yüzlerine kapanmıştı. Vadideki ahşap ayvandan ufka doğru baktım. Ve şöyle düşündüm. “Özel sektörde çalışan işçiler de tüm kamu çalışanları gibi kamu güvencesinde ücretlerini almalıdır. Bunun finansmanı, ilgili özel sektör şirketinin gelirlerinden her ay maliye yoluyla, gerekirse zorla alınıp işçinin hesabına yatırılarak sağlanmalıdır.” Ne kadar liberal bir istekti oysa. Gençlik yıllarımın devrimci düşünceleri usuma geldi. Tebessüm ettim. Yine de İlk fırsatta iletmeliyim diye düşündüm işçi arkadaşlarıma. Ya da annem için yarım bıraktığım devrimci mücadeleye, yeniden girişerek bir işçi gazetesi çıkarmaya çalışıp… Bu heyecan içinde içine düştüğüm işsizlik günlerimi unuttum bu anlarda. Oğlum ve kızıma hadi diyerek evden çıktık. Merdivenlerden indik ve bıraktığımız yerden jeodezik kubbemizin eksiklerini birlikte tamamlamaya başladık. Eşimin sıcak kek ve çayı yetişti imdadımıza… Neden olmasın?
ZAYIF HALKA: Gün boyunca zihnimde yaşadığımız coğrafya ile daha ileri ve geri coğrafyalar arasındaki eşitsiz gelişme ile ilgili absürt durumlarla boğuşmuştum. Bu en basit şekilde şantiye ortamındaki işçi ve iş ile ilgili yapım ve uygulama biçimlerine kadar yansıyordu. “Biz bize benzeriz” diyerek öyle kolayca geçiştirmek işime gelmiyordu… Gecenin bir yarısı şiddetli bir bilinç ağrısı ile uyandım. Şantiyede bana ayrılmış odanın içinde bir oraya bir buraya yürüyüp içimden yüksek sesle konuşmaya başladım. “Yani anlayacağınız, yaşadığımız coğrafyada her şeyde olduğu gibi bu işte de başından beri yanlış bir sistem oturtulmuştur ve henüz yeni yeni bu sistemi düzeltmek için üzerinde çalışıyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar sistem işlemiyor, fayda etmiyor. Her zamanki gibi boşuna zaman kaybı.” Birden durdum. Bilinç ağrım dinmiş, zihnimde ışıklar çakmıştı. İşte bütün mesele bu! Yakalanacak zayıf halka bu! Zincir her zaman zayıf halkasından kopar değil mi?
KRİZ ve İSKAMBİL KÂĞITLARI: Benim hayat saatim annemin hayat saatinin durduğu zamana doğru hızla ilerliyor. Şunun şurasında birkaç yılım kaldı annemin saatinin durduğu zamana ulaşmama. Zihnim her zamanki gibi enerji tüketmeye devam ediyor. Zihnimde “Yönetenler (ezenler) eskisi gibi yönetemez ve ayrıca yönetilenler (ezilenler) de eskisi gibi yönetilmek istemezler. Bu en arı anlamıyla krizdir. Yönetenlerin yönetememe krizini, yönetilenler lehine çözmek ve ileriye sıçramak için yönetilenlerin üçüncü bir parametreye ihtiyacı var. Bu parametre ise bilinçli irade yani katalizördür. Katalizörün olmadığı ya da yeterince etkin olmadığı koşullarda ise yönetenler kazanır ve eski iskambil kâğıtlarıyla yeni bir oyun başlatılır. Kâğıtlar eskiden beri işaretli olduğu için oyun hilelidir ve yeniden ama deneyimli biçimde eskisinden daha acımasız biçimde yönetmeye (ezmeye) devam ederler. Katalizörün olduğu ve etkin bir irade sergileyip mücadeleyi yönetilenler lehine kazanca dönüştürdüğü durumda ise, yönetilenlerin başarılı olan katalizörün ittifakı ile kurulan yeni irade, yeni bir deste iskambil kâğıdının jelatinini yenen (eski yönetilenler, ezilenler) ve yenilenler (yeni yönetenler, ezenler)'in yani herkesin önünde açar ve yeni bir oyun başlatır. Bu yeni oyunda kâğıtlar yeni ve işaretsiz olduğu için hileli değildir. Eski zamanın ezilen sınıflarının bilinçli iradenin öncülük ve rehberliğinde gerçek anlamda herkese vereceği insanlık dersidir.” Zihnim hızla enerji tükettiğinden yorgun düşmüştüm.
YAŞAMAK: Yorucu bir iş günün sonunda işçi koğuşumdaki odamda dinlenmeye çekildiğimde; “Onlar artık hikâye anlatanları dinlemeyi bırakıp, kendi hikâyelerini yaşamaya karar verdiler” diye yazdım defterime. Annemizden hikâyeler, masallar dinleyerek büyümüştük üç kardeş. Kendi hikâyemi yaşamıştım bir süre. Yorgunluktan uyuya kalmışım. “Bana yine hikâyeler ve masallar anlatır mısın?” diye sordum rüyama giren anneme.
KARARLAR: Demokratik bir aileyiz ve erkek/baba, kadın/anne ve kız ve erkek/çocuklardan oluşan her aile gibi bizde ara sıra birtakım kararlar alırız. Ancak bizim kararlarımızın daima ilginç bir özelliği olmuştur. Üzerinde hesaplar, planlar yaptığımız, düşünceler, hülyalar ürettiğimiz, kafa yorup, mesai harcadığımız o ciddi kararları olgunlaştı diyerek gerçekleştirmek için harekete geçtiğimizde birtakım aksilikler çıkar ve sonuçta yaşama geçirmemiz bir şekilde engellenir. Bu bir tesadüf mü? Yoksa başka bir şey mi?
TESADÜF: “Hayatta tesadüflere yer yok” dedi kır saçlı adam kadına. “Evet” dedi onaylayan bir ifadeyle kahverengi gözlü kadın. “Hayatta tesadüflere inanan insan düpedüz aptaldır."
TESADÜF DEĞİL: Stalin “Li sluçayni tavarişi? / Sizce bu bir tesadüf mü yoldaşlar” diye sorarmış ve devamında “Niet, eta ni sluçayni tavarişi / Hayır, bu bir tesadüf değil yoldaşlar…” diye cümlesini tamamlarmış.
YOK YER: Yayımlamayacağım öykü kitabım için yeni bir önsöz yazıyordum: “Merhaba okuyucu. Bu kitaptaki öyküler birbiriyle ilintili olmayan birtakım metinlerden oluşuyor. Her biri kendi bağlamında belli bir yere oturuyor. Hani yüreğiniz sıkışınca elinize geçen herhangi bir kâğıda notlar alırsınız ve sonra unutup gidersiniz ya o notları. Sonra bir gün o notların üzerinde yoğunlaşıp çalışmak, bir marangoz gibi işleyip biçime sokmak gereğini hissedersiniz. İşte böyle çalışarak oluşturulmuş metinler ile karşı karşıyasınız. Öyküler bir yere ait değil. Aslında bir yere gönderme var o yerin adı “Yok Yer.” Bu okuyacağınız derlemeyi oluşturan notların saklı olduğu kutunun da ismi bu. Umarım beğenirsiniz. Metinleri sıralarken kod adlarıyla ve alfabetik olarak sıraladım. Unutmadan, sana bir not daha: Sen de fark etmiştin, hatta eleştirmiştin beni hep aynı öyküyü anlatıyorsun demiştin. Evet bu uyarından sonra fark ettim de. Haklısın. Tuhaf biçimde yolculuklarım evde düğümleniyor. Ev ve aile ile noktalanıyor. Ama orada durmuyor. Belki dibe vuruş, belki de göğe yükseliş. Belki bilinçaltıma işlemiştir işte o sana sıklıkla aktardığım kitap. Yani N.Kazancakis’in ilk gençliğimde okuduğum ‘Günaha Son Çağrı’ kitabındaki İsa’nın sonu gibi. Ya göğe yükselecek sonsuza kavuşacak ya da yeryüzünde insanlar arasında sıradan bir ölümlü olarak kalacak. Benimki Araf, Bir yürek çırpıntısı... En uzun kış öyküleri orada geçiyor. Yani “Yok Yer”de. Ya da öykülerdeki insanlar oraya ulaşmaya çalışıyor. Karakteri olmayan, kurgusu olmayan bir öyküler toplamı, roman müsveddesi. Çünkü tekeller döneminde yaşıyoruz. Bu öyküleri yazan ben, okuma zahmetinde olan sen. Öykülerimdeki erkekler, kadınlar bu çağda, bu yeni orta çağda yaşamaktadır.” Beğenmemiştim bu önsözü tıpkı daha önce yazdıklarımı beğenmediğim gibi. Notlarımı yine buruşturup çöp tenekesine attım.
KÂĞIT TOPLAYICISI: Buruşturulup atılmış bir poşet dolusu kâğıt buldum. Eski eşyaların atıldığı çöp tenekesinin yanında. Ha size söylemeyi unuttum ben bir kâğıt toplayıcısıyım. Hayatımı bu işten kazanıyorum. Kentin bir köşesinde izbe bir kulübede yaşıyorum. Bu işi neden yaptığımı ve neden burada yaşadığımı anlatmak uzun hikâye.